28 Haziran 2013

Aile Hekimliği ve Merkezi Randevu Sistemi.



Merkezi randevu sistemi artık her yerde geçerli. Sistem yeni iken ilk girişte bulunduğunuz il, ilçe ve hastane direk seçili oluyordu. Gerçi hastaneden emin değilim ama il, ilçe kendiliğinden geliyordu. Ama şimdi arıyorsun, seçiyorsun.
Açıkcası bilgisayarla hiç geçmişi olmayan biri hiç ama hiç anlamaz. Kaldı ki, bilgisayar geçmişi olan yani kullanmasını bilen bile bilmeyince yapamıyor ilk zamanlar.
Kamu spotu yapılmış bu sistemle ilgili. Neymiş, doktor hastasını adını bilerek bekliyormuş. Hiç inandırıcı değil. Hadi tamam kaç hastaya bakacağını bilir de, ilk hastasını neden merak etsin. Hem merkezi sistemle randevu almakla iş bitmiyor ki. Hastaneye gidip bir kayıt daha yaptırmak gerekiyor. Anca öyle görüyor doktor ekranda. Keşke sistemin nasıl çalıştığına dair bir kamu spotu yapılsaydı. Yapılsa. Şimdi bir de aile hekimine gitmek içinde aynı sistemden randevu almak gerekecekmiş. Yani her yaştan insanı bu sisteme mahkum ettiler. Ama çoğu kişi bilmiyor bile bu sistemi. Bilmiyor derken, kullanmayı bilmiyor. Amcalar teyzeler doktora gitmek için, aile hekimine gitmek için, çocuğuna, toruna, etrafındaki gençlere deyim yerindeyse el açmak zorunda kalacak. Diyecek ki, hadi çocuğum bana randevu al. Kendi işini kendi göremeyecek. Yanlış mı söylüyorum. Bana her gün geliyorlar. Randevu alıyorum hepsine. Sistemi bilmeyen, randevu alamayınca niye alamadın diyor. Sistem öyle bir sistem ki, üç günlük randevuyu görüyorsun. Bazı bölümler öyle yoğun ki, o üç günlük randevular bitiyor. Başka üç günlükler çıkıyor. Böyle gidiyor gidiyor.. onbeş güne kadar.. onbeş sonrasına da sistem zaten randevu vermiyor. E yapıyorsun. Gün bekliyorsun, ki o onbeşlik süre dolunca, randevu alabilesin. Aldığın randevu da taaa.. bir ay sonrasına neredeyse.. Amcam bekleyecekte gidecek. Daha sabah yediğini unutan insanlar, günler sonrasına randevu almak zorunda kalıyor işte. Bunu her yaş için söylüyorum.
Bu yüzden keşke diyorum, bu sistemin kamu spotlarında sadece ismini, adresini söylemekle kalmasınlar. Nasıl alınıyor, adım adım gösterilse ne iyi olur. Bilgisayar bilgisi olmayanlara bir faydası olmayacak yine ama bilenlere yol gösterir hiç olmazsa.
Özetle benim görüşüm, aile hekimliği içinde bu sisteme geçilmesi hiç iyi olmadı hiç. Bilmeyene kolaylık gibi görünüyor ama iş öyle değil işte.

27 Haziran 2013

Bencil - Öykü / Bölüm - 1

Doktorun sesi kulaklarındaydı hala. Yolda yürüyor ama nereye gittiğini, ne yaptığını bilmiyordu. Beyninde defalarca yankılanan o ses: öleceksiniz... diyordu.
Birden arabanın korna sesi ile irkildi. Arabadan şöyle bir ses geldi, öfke dolu: ölmek mi istiyorsun ne işin var yolun ortasında...
Ölmek... İstiyor muydu cidden. Yolun kenarına oturdu. Aklı iyice bulanmıştı. Evet herkes bir gün ölecekti. Ama kimse kimseye direk öleceksin demiyordu ki. Şu ölümü dillendirmek ne kötü bir şeydi. Hele ki beklemek. Herkes beklemeliydi ama kimse öleceğim diye beklemiyordu ki..
kafasını avuçlarının içine aldı. İstiyordu ki, elleri beynindeki tüm bu düşünceleri alsın, gitsin. Düşünmesin hiçbir şey. Devam etsin hayatına. Hiçbir şey bilmiyormuş gibi. Ölüm yine de aniden gelecekti işte. Doktor sanki vakti, saatini biliyordu.
Kalktı oturduğu yerden. Üstünü temizledi güzelce. Telefonunu eline aldı ve sevdiği kadını aradı. Akşama seninle önemli bir şey konuşmam lazım, deyip kapadı telefonu. Aklındaki gerçekleştirmek için, onu alacağı en yakın dükkana girdi. Tam o esnada telefonu çaldı. Arayan yakın arkadaşı idi. Ve bugün doktora gideceğini o biliyordu. O sebeple aramıştı zaten. Yakınlarda olduğunu söylüyordu. Hala hastanede ise yanına gelecekmiş. Turan, yeni hastaneden çıktığını ve o an gözüne iliştiği cafenin adını söyleyerek, oraya gelmesini istedi. Kendisi de dükkandan alacağını aldı, cafeye gitti.
Çok geçmedi, arkadaşı Selin geldi. Direk hiç konuşmadan, soru dolu gözlerle sordu soracağını. Turan nasıl diyeceğini bilemiyordu. Kelimeleri ağzında geveliyordu. Selin ters bir şeyler olduğunu sezdi. O kadar mı kötü? Diye sordu. Turan, gülerek, bakış açına bağlı aslında. Dünyadan bir insan eksilecekmiş işte, fena mı? Dedi.
Selin, Turan'ın dediklerini tekrarladı. Sonra yine. Sanki anlamaya çalışır gibi. Sonra, şaka mı bu, dedi. Ne yani, öleceksin deyip kestirip attı mı doktor?
Turan, doktoru suçlama o elinden geleni yaptı. Ama artık onunda elinden gelen bir şey yokmuş, dedi. Sonra bak bunu aldım az önce. Ayda'ya evlenme teklif edeceğim, diyerek Selin'e yüzüğü gösterdi.
Selin iyice afallamıştı. Bu ne...  öleceğini öğrendin sen adam, ne evlenmesi. Neler diyorsun. Kızın hayatını mahvedeceksin, dedi. Turan şaşırdı bu tepkiye. Artık ne yapsa ne dese, karşısına hep ölüm mü çıkacaktı... Usulca, ben sadece mutlu olmak istiyorum dedi.
E o zaman Ayda'ya hiç bahsetmeyeceksin bu durumdan öyle mi, diye sordu Selin. Kızgındı. Turan'ın bu hallerine anlam veremiyordu. Derin bir nefes aldı ve konuşmaya başladı: 
Affedersin. Ama şoktayım şu an. Herşeyi kabullenmiş gibi, normal normal hayatına devam etmeye kalkman beni korkutuyor. Başka doktorlara gidelim. Pes etme. Lütfen... dedi.



26 Haziran 2013

Gündemim.


Şu sıralar kpss yerleştirmesi var ya, onu düşünüyorum. Bir yandan hala başka işler bakıyorum. İş değiştirmeye kesin kararlıyım.

Şu bizden çay, kahve alanlara kaybolan kaşık ve bardakları sordum sonunda. Ne dese beğenirsiniz? Kocası patronu tanıyormuşmuş da ondan sormadan alıp gidiyormuş, gidiyorlarmış. Bak sen yaa.. İstedim ama üç gün oldu hala gelen giden yok.

Doktora kontrole gitmem gerekiyor ama gitmedim. Üşeniyorum.

Twitter ve facebookta artık konu paylaşımı hariç bir şey paylaşmama kararı aldım. Eski paylaşımlarımı da twitterda temizliyorum estikçe. Zaten facebooku bayadır kullanmıyordum.

Blogda konu sıkıntı çekiyorum yine. Bir öyküye başladım. Ama bu sefer birkaç bölümlü olacak. Bakalım devamı olacak bu öyküm, devamı gelmeyen öykülerim kadar sevilecek mi?

Hayatımda yeni başlangıçlar istiyorum. İş olsun, maneviyat olsun. Ama bir türlü bu yeni sürece başlama kararını veremiyorum. Start veremedim bir türlü. Ona çok canım sıkılıyor. Kendime kızıyorum.

Bloglardaki durgunluk bir geçiyor, bir geçmiyor.

25 Haziran 2013

Mevsim Değişikliği.




Elini tuttu. Buz gibiydi. İçi ürperdi. Gözlerine baktı. Soğuktu bakışları. Üşüdü. Hiç birini önemsemedi kız. Kendini yaza, onu kışa benzetti. Farkları büyüktü. Aralarında mevsim geçişleri vardı. Ama vazgeçmedi yine de kız. 
Varsın kendisi sonbahar, o ilk bahar olsundu yolun sonunda. Farketmezdi. Umrunda değildi. Tüm ömür kış gibi yaşanmaz diye düşünüyordu. Kendi hep yaz gibi yaşarken.

Düşündü sonra. Sormadı ki hiç, istiyor mu diye? Gönlün var mı diye, sormadı. Ya yaşamazsa başka mevsimlerde. Korku sardı tüm bedenini. İçi titredi ama bu sefer onun soğukluğundan değildi. Bırakmak istedi elini. Usulca çekecekken elini, elini tuttu. Bu sefer o idi elini tutan. Baktı yine gözlerine. Güneş doğmuştu yeşilliğine. Kışın en soğuk gününde doğan bir kış güneşiydi belki de gördüğü. Ama yine umursamadı kız. Daha sıkı tuttu elini. 
Ve anladı ki, kendisi asla yazdan vazgeçmeyecekti.

24 Haziran 2013

Çılgınca Yarışıyoruz.

Bilgi yarışmaları, Kim Milyoner Olmak ister ile tavan yaptı. Niye? O tuttu ya, her kanal bilgi yarışmaları yaptı. E tabi bir iki tanesi hariç tutmadılar.
Bu kış, Ben Bilmem Eşim Bilir tuttu. Hem de fena tuttu. Hal böyle olunca tüm kanallar hem eğlendiren hem kazandıran yarışmalar yapmaya koyuldular. Benim gördüklerim en az 5 tane. Daha görmediklerim de vardır.
Yok kap kazan, yok çocuğunu ne kadar tanıyorsun... ya da bilmem ne işte. Var da var.

Bu yaz çılgılca yarışacağız anlayacağınız. Ama bakalım sezonun sonunu hangileri, kaçtanesi görecek?
Artık diziler yetmiyor. Yeni reyting canavarları yarışmalar.

Aslında esas soru şu olmalı: bilgi yarışmaları öncelikli olarak, bu yarışmalardan cidden bir şeyler kazanılıyor mu? Geçenlerde gazetenin izleyici görüşleri bölümünde okumuştum. Öyle şartları varmış ki bazısında. Mesela yarışıyorsunuz, kazanıyorsunuz ama o kazandığınız bölüm tvde yayınlanmadıysa parayı alamıyormuşsunuz. İsim veremem, hangisiydi tam hatırlamıyorum. Ama yayından kalktı. İşte böyle de kaybediliyor. Sadece görsellikle, şovla olmuyor bu işler. Veriyorum diyorsan vereceksin. Ki devamın gelsin. Değil mi ama...
Ne demişler; yarışalım eğlenelim, yarışalım kazanalım. Kim demiş bilmem. Yahut ben uydurdum.


Bunların soruları da çok kazık gelmiş galiba. :D



21 Haziran 2013

Pes Doğrusu !




Efendim sinirlerim ve sinirleriniz zıplamadan evvel minik misafirimizden bahsedeyim. Dün dışarıdan sesler geliyordu. Kedi mivaylaması. Böyle içten içten, acılı acılı. Birilerine sesini duyurmaya çalışıyor, belli.
Baktım önceleri, arıyorum ama sesin sahibini görememiştim. Sonradan gördüm. Karşımızdaki okulun bahçe duvarının üstünde, minik kedicik. Bir sağa gidiyor, bir sola gidiyor ama susmuyor. Bir ara karşıya, bizim buraya gelmiş. Görünce susamıştır diye su koydum kapının yanına. Ama öyle telaşlı ve korkak ilerliyordu ki, suyun yanından transit geçip gitmişti. Sonra sesi gelmedi bir süre. Tekrar gelmeye başladı, yine bulamadımdı ama sonra baktım ki, arabanın altında.
Ertesi gün oldu. Yani bugün, sesi yine gelmeye başladı. Hem de çok yakından geliyordu. Baktım kapının yanında. Dün koyduğum su kabı yok. Belediyenin temizlikçisi almış olmalı. Gittim yine su koydum. Ama bu sefer kaçmadı. Çok şaşırdım.
Bir günde bu kadar değişiklik gösterir bir hayvan. Yavru ve çok sevimli ama. Koyu gri renginde. Ben suyu bırakıp içeri girdim. Çok geçmedi, peşimden içeri girmiş. Hatta beni korkuttu. Gelmiş girmiş içeri, ayağım dibine kadar. Aniden ayak dibimde görünce korktum. O da korktu kaçtı. Ama yine geldi. Kapının ardında kendine yer buldu. Çok sevmiş olmalı ki, uzun uğraşmalarımız hiç işe yaramadı onu oradan çıkarmaya. En son patron eliyle tutup dışarı çıkardı. Ama yine kovsak da hızlıca girdi ve yine oraya yattı.  Bu arada dışarıda ona simit, süt ve peynir verdim. 
Artık kapının ardından çıkmadığını anlayınca bir süre orada kalsın dedik. İçeride  mışıl mışıl uyudu. Ara ara bakıyordum, resimdeki kedi gibi yattığına şahit oldum. Bir ara sesi falan geldi. Meğer bizim minik tuvaletini yapıyormuş. Kakasını hemde. Ama normal kedi kakasından çok ve cıvıktı. Ve tırstım yani. Dedim hasta galiba bu kedi. Ve çok pis kokuyordu. Onun pisliği temizlemek de bana düştü tabi. Patrona dedim. O da yine aldı eline, eldivenle, okulun bahçesine bıraktı. O zamandan beri dönüşü yok. İyi oldu bence. Hasta ise kendimizi korumamız gerekiyordu. Sonuçta ofiste günün çoğunu geçiriyoruz. Hasta bir hayvanla niye yaşayalım.
 
Sonrasında  sinir katsayılarımı arttıran o olay gerçekleşti. Ben kedinin tekrar gelmesi ihtimali üzerine masanın kenarlarını kapamaya çalışıyordum. Bu konuda bahsettiğim, çay için gelen o insanlardan karısı gelmiş. Sonra içeri gelip beni çağırdı. Allah Allah dedim, aradığı bir şeyi bulamadı herhalde. Meğer su ısıtıcının ışığı yanmıyormuş da niye yanmıyormuş, onu soruyor. Bozulmuş dedim, elinizle sıkıca bastırıp kaynayana kadar tutmanız lazım, dedim ve çıktım hemen. Muhatap olmak istemiyorum, öyle gıcık kaptım artık insanlara. İki bardak nescafe ile çıktı gitti. Bir 5 dk. geçmedi, yine geldi. Mutfaktan su sesi geliyor. Bir şey yıkıyor harıl harıl. Dedim herhalde, kahveli bardağı yıkıyor. Ama baya bir uzun süre yıkadı, sesi geliyor net şekilde, kapı açık olduğu için.
Bu sefer çay alıp gitti. Sonrasında ben gittim mutfağa. Baktım ve şok oldum. Yok artık dedim ya.. Kadın, benim içine çay ve yemek kaşıklarını, çatalları koyduğum bardağı almış. İçindekileri de tepsinin içine koymuş. Nasıl sinir oldum, nasıl sinir oldum, anlatamam. Patrona sordum, bardağı acaba o mu aldı diye, yok dedi. Dedim almış onu kadın. Kaşığın biri de yok. Çay bardağı altlığı da almış. Ki bir keresinde  altlık aldığını görmüş ve geri getirin demiştim. Hala getirecek.
Nasıl insan bunlar ya.. hep acaba mı diyordum ama raftaki su bardağınıda almış bunlar. Çay kaşıklarını. Altlıkları da almışlar. Korkuyorum, yakında tepsiyi, ısıtıcıyı da alıp gidecekler.
Gelsin söyleyeceğim hepsini. Patronda söyleyelim dedi. Hepsini tek tek isteyeceğim. Olmaz ki bu kadar. Tamam al da, bir izin iste. Ya da al hemen getir. Süs niyetine alınmadı ki onlar. Biz lazım diye almışız onları. Sen alıp götür diye değil.
Allahım sen sabır ver.

20 Haziran 2013

Kuzey Güney Final Senaryoları



Çoğu Kuzey Güney severler, dizi bitiyor diye üzülebilirler. Ama bitmesi gerekiyordu ve bitiyor olması benim açımdan sevindirici. Damakta iyi tat bırakarak bitmesi iyi oluyor.
26 Haziran Çarşamba günü final bölümü çıkacak.
Peki Kuzey Güney'in finali nasıl olacak?
19 Haziran yani dün akşamki bölüm harici, bize, izleyiciye hep mutlu bitecek izlenimi verdiler. Mutlu mesut tatile bile çıktılar.
Ama sondan bir önceki bölümle heyecanı ve gerilimi yükseldi. Ve öğrendik ki, Güney, Ferhat'ı öldürdüğü gece aslında Kuzey'i öldürmek istemiş. Al sana kardeş işte. Şimdi yine silah aldı. Yarım kalan planını gerçekleştirecek kesin.
Bir yanda da sinsilerin sinsisi Zeynep var. Dost gibi görünen âdi bir düşman. Cemre'nin gelinliğinin içine etmeyi başardı. Ama neyse ki dükkan sahibi hatasını düzeltti. İzlerken hem Zeynep'e hem kadına neler dedik neler. Zeynep zaten uyuz etme de çok başarılı. Bakalım final bölümünde ne hainlikler yapar daha.
Barış mevzusu da kenarda duruyor. Onu da final bölümüne bıraktılar.
Şimdi gelelim olası final senaryolarima.
Banu çıldırma noktasında artık. Çocuğununda sakat olduğunu öğrendi. Hemde içtiği ilaçlar yüzünden. O ilaçları da o dönemde Güney'in oyunu ile tekrar almaya başlamıştı. Yani daha doğrusu mecbur bırakıldı. Yazık kızı da ya. Güney bebeği öğrendi ama artık çulsuz bir annesi varken onun için hiç bir anlam ifade etmedi. Ama Banu için o bebek büyük bir anlam taşıyor. Kadının hayata tutunma dalı o bebek. Doktorlar bebeği aldır diyor, o sorumlu olarak Güney'i görüyor. Zaten hayalleri aklını karıştırıyor. En son çıldırıp kaçtı odadan.
Özetle Banu gidip, yaşadıklarının tüm sorumlusu olarak gördüğü Güney'i öldürür. Kimse bunu beklemez. Çok da iyi olur. Zaten deli diyorlar kıza. Ceza bile almaz bence.
Güney, nikah günü gider Kuzey'i öldürmeye. Ya Kuzey'i öldürür sonra Banu tarafından öldürülür. Ya da Kuzey'i öldürmeden ölür.
Tabi birde Ferhat'ın kızı Deniz var. Onu da unutmaz, önce onu gebertebilir. Zira Şeref komiser Deniz'in ağzından bir mektup yazdı ve Güney'i çıldırttı. Yani Kuzey kadar Deniz'e de kızgın. Arada onu da unutmaz yani. Arada Cemre'yi de gebertip köklü temizlik yapabilir diyeceğimde, o da abartı olur diye düşünüyorum. Ya da namlu Kuzey'e çevrilmişken Cemre atlar önüme, o ölür. Sonra Güney'i yine Banu gebertir. Sonra da Banu ile Kuzey aynı kliniğe yatarlar. Oh mis.
Bunlar kötü senaryolar. Bir de güzel olarak bitirelim.
Güney hiçbir şey yapamadan yakalanır. Zaten polis takibinde. Banu yine de onu öldürebilir. Bu da iyi bir son olur bence. Kuzey de zaten herşeyi öğreneceği için, Güney'in ölmesi ile hiç canı yanmaz. Cemre ile mutlu mutlu yaşarlar.
Bu arada Sami bey Handan hanıma geri döner. Zira şimdiki eşi onu bırakıp gider. Kadın iyi bile dayandı. Gitmesine hiç şaşırmam. Handan hanım yuvasına bir kabus gibi çöktü. Her gün Sami ile görüşüyorlar. Beraberler. Yahu evli iken bu kadar görüşüp, konuşmuyorlardı bunlar. Demek ki araya ayrılık girmesi bazen cidden işe yarıyormuş.
Bakalım iki kardeşin gel-gitli hikayesini anlatan Kuzey Güney dizisi nasıl bitecek. Biri kardeş katili mi olacak? Sevenler kavuşacak mı?
Hep birlikte 26 Haziranı bekleyelim de görelim.

19 Haziran 2013

Hayaller ve Umut.


Umut ve hayal. 
Çok iyi dosttur aslında. Hep yanyana olurlar. Sırt sırta verirler. Uzaktan bakınca hep umut daha güçlü görünür. Daha yıkılmaz. Daha sağlam.
Halbuki en kırılganı odur. En çok kaybeden... kaybedilen.. 
Ama kaybetse de yanında en iyi dostu, hayal vardır. Yıkılmasına izin vermez. Kayıp gitmesine asla izin vermez. Daha sıkı sarılır umuda. Kalkması için el verir.
Ve umut, hayalin desteği ile yeniden kalkar ayağa. Yenilenmiş ve eskisinden daha güçlü olarak.
Çünkü;
Hayaller, bir gün gerçekleşir umuduyla kurulmaz. Zira hayaller değildir umutla beslenen. Hayaldir umudun ekmek kapısı.










18 Haziran 2013

Çiçekçi - Sürpriz Hediye



Çok sevdiği arkadaşının doğum günü yaklaşıyordu. Ona değişik bir hediye almak istiyordu. Arkadaşının da değişik bir insan olduğunuda düşünmüyor değildi. Bazı zamanlar ona hayranlık duyduğu bile olurdu.
Yolda giderken birden güzel bir koku duydu. Çiçek kokusuydu bu. Çok hoşuna gitti. Baktı ki çiçekçinin önünde. O an arkadaşının, evimde imkan olsa sera bile yaparım, dediğini anımsadı. İşte değişik bir hediye seçeneği, çiçek. Demek ki bitkileri seviyor. Uğraşmayı seviyor. Çiçekte seviyordur dedi. Çok düşünmeden çiçekçiden içeri girdi.
İçeride iki kişi vardı. Biri orta yaşlarında kadın, diğeri elinde çiçekle kadına bir şeyler anlatan genç bir adam. Etrafına bakıp başka biri var mı diye kontrol etti ama başka kimse yoktu. Yanlarına yaklaştı. Muhabbetleri öyle koyuydu ki, onu görmemişlerdi bile.
Kulak kabartıp dinlemeye başladı. Genç adamın sesinden etkilenmemek elde değildi. Anladığı kadarıyla elindeki çiçeğin hikayesini anlatıyordu. Ama anlatmıyor, adeta yaşıyordu. Elindekini bir bebek, kırılacak narin bir eşya gibi öyle narin tutuyordu ki. Sadece elindeki çiçeğe ve anlattığı hikayeye odaklanmıştı. Karşısındaki kadında büyülenmiş gibi onu dinliyordu.
Çok geçmeden o da kendini hikayeye kaptırmıştı. Ama çabuk bitmişti ne yazık ki. Genç adam sözü bitince ona doğru döndü ve hoşgeldiniz dedi. Diğer kadın da çiçeği alıyorum dedi, heyecanla. Gülümsedi ikisi de. Onlar kasaya doğru yöneldiler. O da çiçekler arasında dolaşmaya başladı. Çoğunu ilk kez görüyordu. Dikkat ettiği başka şey ise, dükkanın düzeni idi. Çiçek açan ve açmayanlar çok iyi birleştirilmişti. İçerisi rengarenkti ve mis gibi kokuyordu.
Çiçeklere bakıp dalıp gitmişken, sanırım aklınızda hiçbir fikir yok, diyen o genç adamın sesiyle irkildi. Gülümseyerek, hayır anlamında başını salladı. Utanırcasına, usulca, yardım eder misiniz? Diye sordu.
Genç adam, usulen şimdi kim için alacaksınız sorusunu sormam lazım ama sormuyorum. Ben, kim çiçeği alacaksa, onun için seçerim, dedi.
Ama beni tanımıyorsunuz bile, dedi o da. Genç adam, göz kırpıp, bir dakika işareti yaptıktan sonra, ve yine gülümseyerek az ileriye gitti. Şöyle bir bakındı. Sonra bir şey kapıp geldi yanına.
Bunu almanızı tavsiye ediyorum, dedi. Uzattı. Ne olduğunu anlamaya çalışarak aldı eline. Bu sadece soğana benziyordu. Birkaç tane soğan. Çiçek konusunda o kadar cahil değildi. Bunların ekilmesi gerektiğini biliyordu. Ama ben böyle istemiyorum diyerek, elindekileri uzattı. Ama genç adam almadı.
Hayır, dedi. Bunların ne çiçeği olduğunu bile söylemeyeceğim. Tamamen sürpriz olacak. Sürpriz bir hediye.
Hediye olacağını söylememiştim ki, dedi. Genç adam, o da benim sırrım olsun, diyerek elindeki soğanları aldı ve bunları güzel bir hediye paketi yapalım, dedi. Alıyorum demedim ki ama. Alacaksın ama... diyerek, ona bir bakış attı. Yüzü öyle masum gelmişti ki, sanki ona alacaktı. Peki dedi, alıyorum. Ama ne çiçeği onu söyleyin bana. Hayır dedi, söylemem. Arkadaşınla beraber heyecanla bekleyin sonucu. Bunları şimdi ekebilir, zamanı. Çok geçmeden büyürler. Arkadaşın onlara çok iyi bakacak. Biliyorum, dedi.
İyice artmıştı heyecanı. Aslında böyle bilmiş bilmiş konuşan insanları sevmezdi. Ama bu genç adamınki öyle bilmişlik değildi. İnsanı etkileyen bir yönü vardı. Sanki onun kararsız olduğunu anlamış da kısa yoldan, hemencecik işini görmüştü. Saatlerce kararsızlık içinde seçim yapmaktan kurtarmıştı onu. İçten içe öyle sevinmişti ki buna. İyi ki buraya gelmişti. Hem işini halletti, hem de bu yakışıklı ve etkileyici insanla tanışmıştı. Arada gelse, çiçek alsa, çok tuhaf kaçar mıydı ki..
O bunları düşünürken, genç adam çiçek soğanlarını çok güzel paketlemişti. Eline aldığı kağıt ve kalemi ona uzatıp, küçük bir not yazmaya ne dersin, dedi. Bu insana hayır demek ne mümkündü ki, tabi diyerek aldı eline kalemi. İlk aklına geleni yaz, düşünme, dedi adam. O da karaladı bir şeyler. Oldu mu diye sordu ama adam bakmadı. Yazdıysan, olmuştur. Çok düşünme.
Haklıydı. İçinden geçenleri yazmıştı işte.
Elini uzatıp, çok teşekkür ederim. Beni çok mutlu ettiniz dedi. Genç adamda elini sıkıca tuttu. Asıl ben mutlu oldum. Ne desem, ne yapsam hiç itiraz etmediniz. Senden önce çıkan o kadın, alacağı çiçeğin hikayesi var mı diye sormuştu. Bende o an aklıma gelen güzel bir hikaye anlattım ona. Sırf hikayeyi beğendiği için aldı çiçeği. Yoksa alacağını hiç sanmıyordum. Ve sen, içeri girdiğini farkettim. Kararsızlığın yüzünden okunuyordu. Çünkü nereye bakacağını bilmiyordun ve hemen içeride birini aradın. Yani acil yardıma ihtiyacın vardı. Bende sana yardımcı oldum.
Şaşkınlığı ve hayranlığından ne diyeceğini bilemedi. Genç adam, usulca elini öpüp bıraktı. Yine beklerim, dedi.
Geleceğim, diyerek ayrıldı çiçekçiden. Öyle mutluydu ki.

14 Haziran 2013

Parçalanmış Karne.


-Yazı içinde, kendim için bolca övgü dolu sözler yazacağım. Bilginiz olsun.-

Okul hayatım boyunca çalışkan bir öğrenci idim. Yani aslında dersi derste öğrenen bir öğrenciydim sadece. Evde öyle saatlerce ders çalıştığımı hiç bilmem. Ama derslerim hep iyi olmuştur. Hep başarılı öğrenciler arasında ismim geçti. Öğretmenlerim arasında tanınan ve sevilen biriydim.
Aslında bu çalışkanlıkta, kendim kadar, öğretmenlerimde etkisi büyüktür. Bunu asla inkar etmem. Kişi istediği kadar zeki olsun, onu yönlendiren birileri, bir şeyler öğreten birisi yoksa, o insanın zekası bir yere kadar gider.
İşte bende bu konuda şanslı idim. Öğretmenlerim bendeki ışığı keşfetti. Normalde sessiz sakin bir insanımdır. Ama derslerde aktiftim. Parmak kaldıran, derse katılan. Tahtaya çıkıp konu anlatan. 
Ama şu var biliyor musunuz? İlkokuldayken tahtaya çıkıp, tüm sınıfın önünde ders anlatmak kolaymış. Lisede de yapmıştım bir kerede, heyecandan ölüyordum. Kafamı kaldırıp sınıfa bakamamıştım bile. Sırf bu sebeple, öğretmen okuduğumu bile düşünmüş olabilir.
Öğretmenlerim konusunda şanslıyım dedim ama bir öğretmen vardı ki, dikkat çekerim, öğretmen dedim, öğretmenim değil. Allah onu ıslah etsin. O'na öğretmen demek bile bana göre yanlış.
Matematik öğretmeni idi. Lise birinci sınıfta derslerimize geliyordu. Lise 1 matematiği de ne acayip şeyler içeriyormuş. Pek de hatırlamasam da, değişikti işte. Adamın da bir şey öğrettiği yoktu zaten. 
Yazılı yapacağı zaman, ilk önce hangi sınıf yazılı olmuşsa, onlardan sorular alınırdı. Bunu eminim herkes yapmıştır okul hayatında. Tüm dersler için. Bizimkilerde yapardı. Soruları alır, ya başka matematik öğetmenine, ya da dershanedeki öğretmenlerine çözdürürlerdi. Çözdürebilirlerse tabi. Adamın yazılıda sorduğu soruları, başka öğretmen çözemiyordu çünkü. Evet, çözemiyorlardı. Hep yarım kalıyormuş. Sonuç çıkmıyormuş. Artık kendisi nasıl yapıyorsa. Hal böyle olunca, derste bir şey öğrenmeyince, soruların da kendince cevabı olunca, insan geçemiyor tabi o dersten. 
Okul hayatım boyunca, bu nedenlerle  ilk ve tek  olarak kopya çekmeme sebep olmuştur  o adam. Hoş, herkes çekiyordu. Tüm sınıf. Adamda biliyordu. Hatta görüyordu. Ama umrunda değildi ki. Çeksek ne olurdu. Sonucu sadece kendi, kendi usulunce buluyordu zaten.
Hal böyle olunca da, o dersten, okul hayatım boyunca karnemde ilk kırık notumu, bir (1) notunu gördüm.
Gördüm ve anında gözlerimden yaşlar boşalarak, o karneyi parçaladım. Parça parça ettim. Uzun bir süre ağladım. Aslında beklemem gerekirdi. Ama bir umut tutmuşum demek ki içimde.
İkinci dönemde ise, bir arkadaşımın iknası ile o öğretmeninin yanına gittik. Arkadaşım konuştu, ben sustum. Taktir alacak, kaçırmasın falan diyerek, notumu yükseltmesini istedik. Hayatımda hiç yapmadığım şeyi yaptırmıştı bana yine. Sonrasında lütfetip notumu iki yapmıştı. Bende o dönem teşekkür almıştım.
Şimdi düşünüyorum da, eğer ilkokuldaki gibi ilgili öğretmenlerim olsa idi lisedeyken, şimdi başka yerlerde olabilirdim.
Hiç yönlendiren biri olmadı. O hayatımızın sınavı olan, o zamanların adı ile söylersem Öss'yi bile çok önemsememiş biriyim ben. Sonrasında açıköğretim okudum.
Şimdi vakit çok mu geç? Hayır değil ama benim içim geçmiş işte. Napalım.
Demem o ki, karneler bazen sadece çocuğun başarısını ya da başarısızlığını göstermeyebiliyor. Üstelik başarı sadece o karnedeki notlardan ibaret olmuyor. Bunu bilmek lazım. Ona göre hareket etmek gerek. Yanlış mı söylüyorum sizce?

13 Haziran 2013

Kaybolur mu Martı Gökyüzünde?


Bir martı var gökyüzünde. Tek başına. Kaybolmuş gibi. Cidden, kaybolur mu martı gökyüzünde? 

Sesi geliyor, sanki çağırıyor birilerini. Ama kimse duymuyor ki sesini. Denizden uzak, herkesden uzak. Tek başına kalmış martı. Kaybolmuş gibi. Cidden, kaybolur mu martı gökyüzünde?

Bekliyor bir çatının üstünde. Yüzünde umut var. Duruşunda hüzün. Kaybolmuş gibi. Cidden, kaybolur mu martı gökyüzünde?

Bıraktı umudunu, hüznünü çatıda. Gitti martı. Kaybolduğu gökyüzünde, kendini bulmaya...


12 Haziran 2013

Park ve Çocuk.




Şu an, yine camdan parkta oynayan çocukları izliyorum. Parkta oynuyorlar ama bildiğiniz gibi değil. Ya da biliyorsunuzdur canım.
Şimdi, biri salıncaklarda sallanmak yerine salıncağın üst demirine çıkıyor. Orada oturuyor. Kendini oradan aşağı sarkıtıyor. 
Bir diğeri kaydıraktan bir iniyor bir çıkıyor. Ama tersden. Kaydıraktan merdivenlerine trans geçiş yapıyor.

Görüntü özetle aynen şöyle: sanki bu çocuklar başka dünyadan gelmişler. Parktaki oyuncaklarla nasıl oynanması gerektiğini bilmiyorlar ama parkı bildiğiniz işgal etmişler.

Geçenlerde birbuçuk yaşındaki yeğenimle parktayız. O da görüyor, kaydırağa tersten çıkmaya çalışıyor. Çocuklar böyle böyle görüp öğreniyorlar.
İnsan çocuğunun, böyle oynanan bir parkta tek başına oynamasına izin verse de, bence aklı onda kalır.
Okullarda hayat bilgisi dersi var ya, o derse eklense, parktaki oyuncaklarla şu şekilde oynanır. Şu şekilde oynanmaz. Tehlikelidir denilse. Hiç fena olmaz. 
Değil mi?
 

11 Haziran 2013

Anlamak.


Anlamak, bilmek olmaz. Anladığın şey, çoğu zaman gerçek değildir. 
Bazen bilirsin de anlayamazsın çoğu şeyi.

Anlarsın... anladığını sanırsın. Sonra bir bakarsın ki, gerçek başka imiş. Sen doğru anladığını sanırsın ki, doğrular bile insana göre değişir. Gerçek ise tektir. Sen gerçeği anlamamışındır.

Öğrenmeden önce anlaman gerekir. Ama doğru anlamalısın. Ve o doğrun gerçekle uyuşmalı ki çabuk öğrenebilesin.

Anlıyorum seni..
Ama belki de hiçbir zaman gerçeğini bilemeyeceğim... 


 

6 Haziran 2013

Üç Evre.




İlk evrede, parayı bulmuş kişiler, oturdukları o bahçeli güzelim evlerini beğenmemeye başlayıp, kendilerini apartman dairelerine atarlar. Yahut yıktırıp yerine apartmanı diktiriverir.

İkinci evrede, eldeki para daha da çoğalır. Gökdelenlere kapağı atarlar.

Üçüncü evrede ise, iyice bollaşan paraları ile kendilerine bahçeli, lüks bir malikane alırlar.

Aslında bakınca, ilk başlarda beğenmedikleri o bahçeli evden sadece lüks olarak ayrıldığı görülür.
Oysa en büyük fark, o lüksden ötedir. Fark, o kocaman evde çekilen yalnızlıktır. Komşusuz bir yaşamdır. Yani insansız bir yaşam.

Şimdilerde çoğumuzun burun kıvırdığı o bahçeli müstakil evlere dönüş çoktan başladı. Farkında bile değiliz.
Parası çok bol olanların ilk tercihi de yine o bahçeli evler oluyor. E tabi parasına göre şimdilerin iyisini seçiyor. Ama mantık aynı değil mi? İstenilen sadece huzur. O yeşilin ve tabiatın verdiği huzur. Ama işte tek eksik nokta, komşuluk.


5 Haziran 2013

İnsan...



Herşey insan için.
İnsan herşeydir.
Acı insan içindir.
İnsan da acı olur.
Sevgi insan içindir.
İnsan da sevgi olur.
Öfke ve sevinç insan içindir.
İnsan da öfke ve sevinç olur.
Ölüm de insan içindir.
Ama insan ölüm de olur bazen.







3 Haziran 2013

Alışırsın.


Aç kaldıkça açlığa.
Yedikçe yemeğe alışırsın.
Sevdikçe sevgiye.
Sevmeye sevmeye
Yalnızlığa alışırsın.
Boş durdukça çalışmamaya.
Çalışdıkça çalışmaya alışırsın.
Susdukça suskunluğa.
Konuştukça sese alışırsın.
Konuştukça insana alışırsın.
ve...
Öldürdükçe de öldürmeye alışırsın.
Yaşattıkça ve yaşadıkça yaşamaya alıştığın gibi.