30 Eylül 2011

Can Kulağıyla Dinliyorum

  • Ne dedin?
  • Müzik diyorum. Çok ses var diyorum..
  • Neee... ?
  • Hayy.. Kulağına eşşek arısı girsin.
  • Hee... Evet evet. Çok güzel demi?
Bazen benimde içimden geçmiyor değil. Şöyle açayım sevdiğim şarkı çalarken sesini son ses. Sadece onu duysun kulaklarım. Bir rahatlama geliyor sanki insana. Deşarj oluyor. İyi geliyor müzik. Ruha şifa nihayetinde.



Ama devamlı yüksek ses kulağa zararlı. Kalıcı hasarlar bıraktığı ise aşikar.

Duymak çok müthiş bir şey. İnsan duyarak öğreniyor genel olarak. İlk olarak da konuşmayı.
Peki duyma işlevi nasıl gerçekleşiyor biliyor musunuz?
Ses, dış kulak tarafından toplanıyor. Dış kulak sesi orta kulağa iletiyor. Orta kulak sesi büyütüyor sonra iç kulağa aktarıyor. İç kulak ise sesi analiz ediyor, kodlıyor, sinirlerle beyne iletiyor.
Bu hassas işleyişde bir aksama işitme kaybıma neden oluyor.
Yüksek seste bu işleyişi en çok etkileyenlerden. İç kulakta bulunan salyangozdan salınan toz üzerindeki hücrelerin ölmesine neden oluyor ses. Bu ölen hücrelerin ise dönüşümü yok. Geri dönüşümü ya da telafisi yok. Sonuç işitme kaybı. Hemde kalıcı olarak.
Antibiyotik ve idrar söktürücülerde işitme kaybına neden oluyormuş.

Yüksek sesli meslek alanlarında çalışanlarda kalıcı işitme kaybı çok görülüyor. Önlem alınmıyor. Bunu yaşayanlardan biride benim babam. Çalıştığı yerde yüksek sese maruz kalmış yıllarca. Şuan işitme kaybı var. Yani gözardı edilmeyecek bir gerçek bu.

Mümkünse ve kulaklarımız hep duysun istiyorsak, müziğin sesini biraz kısacağız. İşyerimizde yüksek sese maruz kalıyorsak önlem almayı ihmal etmeyeceğiz.

Hep güzel sesler duymanız temennisiyle...

29 Eylül 2011

Gizemli Kağıt

Korkmuyordu. Ama kalbi heyecandan yerinden çıkacakmış gibi atıyordu. Bu heyecan hoşuna gidiyordu aslında. Pencereden O'na bakıyor, kendini sorguluyordu. Neden bakıyordu mesela şimdi camdan? Şöyle bir tipine baktı. Hoşlanacağı bir özelliği yoktu ki. Albenisi olan biri hiç değildi. Hatta ilk bakışta itici gelebilirdi insana. Düşündü, ilk karşılaşmalarında olumsuz bir düşünce geçmemişti aklından. Ama olumlusu da geçmiş değildi.

Neden şimdi heyecanlanmıştı. Konuşmadan eline uzattığı kağıda bakakalmıştı. Hala açmadı, içinde ne olduğunu bilmiyordu. Neden aklına ilk böyle şeyler gelmişti ki ? Böyle hissetmesine bir neden bile yoktu ortada. Kağıt elinde öylece duruyordu. Eli terlemiş, kağıtta iz oluşmuştu. Ani bir hareketle bıraktı kağıdı masaya. Ellerini avuşturdu. Sanki hala elindeydi. Canı sıkıldı bu hallerinden. Kağıdı aldı eline, oturdu koltuğa. Derin bir nefes alıp açtı kağıdı. Ne olabilirdi ki? Neler düşünüyordu durduk yere. Tanımıyordu bile doğru düzgün. O zaman niye kağıdı aldığı an açıp bakmadı. Kağıdı uzatırken gözgöze gelmişlerdi ilk kez. Bişey demeden kağıdı almış, kaçarcasına evine girmişti. Nedenini bilmiyordu. Sanki ilk kez başına geliyordu. Hoş başına ne geldiğini de bilmiyordu ki. Ne yazıyordu o kağıtta. Hala okuyamamıştı.

Kağıdı açtı ve okudu.

Gülümsedi...

Umutsuz Ev Kadınları Umut Veriyor mu

Onlar umutsuz bende. Dizinin ilk yapılacağı zaman fazla dikkatimi çekmemişti. Şimdi  yeni fragmanları görünce içlerinde oturmayan bir karakteri farkettim.
Dizinin orjinalini bilenlerde eminim farketmişlerdir.
Gabrielle, umutsuz ev kadınlarının en gencidir. Mankendir ama içlerinde en kısaları sanırım O.  Ama bizdeki Gabrielle olacak oyuncu Evrim Solmaz, bu karakter için fazla yaşlı kaçmış. Çok büyük duruyor.
Eva Longoria'nın canlandırdığı karakter olan Gabrielle için nette bakınırken, Eva'nın dizi kadın oyuncuları arasında en çok kazananların başında olduğunu öğrendim.
Yani sevilen bir karakter. Her ne kadar en aykırı davranışları sergileyenlerin başında o olsada.
Bakalım bizim Umutsuz Kadınlarımız bu işi ne kadar başaracaklar.
Diğer karakterler bana göre uyumlu. Özellikle Suzan karakteri için Songül Öden en iyi seçim olmuş. Gerçi o da biraz küçük gibi kalmış ama diğer taraftan karaktere iyi uyum sağlamış görünüyor.
Dikkatimi çeken bir konuda sanırım tıpkı Dedikoducu Kız dizisinin kopyası olan Küçük Sırlar dizisi gibi yapımcılar dizinin tamamen kopyası olmasına izin vermemişler. Ama bu konuda net bilgim yok. İzleyince anlaşılır zaten.
İzleyip görelim. Meraktan bakacağım. Dizi 2 Ekim Pazar günü başlıyor.


Ayrıca bu sıra gündemde olan bir başka dizi Leyla ile Mecnun. Dizinin ana karakteri Leyla diziden ayrılmış. Yani daha doğrusu yapımcı oyuncu ile yollarını ayırmış. Ve Arda karakteri ile. Nedeni iki oyuncu arasında geçen tatsız bir olay.
Bu değişiklikler diziyi nasıl etkiler bilinmez. İzlediğim bir dizi değil. Ama Mecnun karakterinin adına yakışır bir mecnun(deli) olduğunu biliyorum.


Kuzey ve Güney dizisinden de bahsetmek isterim. Zira bu sezon izlemeye başladığım ilk ve tek dizi. Dizinin Kuzey karakteri üzerine işlendiği söyleniyor. E doğru bir yerde. Olayların çoğu onun başından geçenler.
Ayrıca bana göre annesi tam bir ayrımcı. İki çocuğunu ayırıyor. Babası ise evlatlarını daha çok seviyor. Özellikle de Kuzey'i. Eminim izleyenlerin dikkatinden kaçmamıştır. Dün akşamki bölümde Kuzey'in, babasının kaşları için dediklerini babası duymuş. Kızmak yerine duyduklarını dikkate alıp kaşlarını çatlatmak vazgeçmişti.

Ve son olarak Yılan Hikayesi dizisini hatırlayanlar, Memoli(yalabık saçları meşhur)'yi de hatırlar. Şimdilerde Dedektif Memoli( bu dedektiflikte iyice moda oldu.Bknız. Kurşun Bilal) adıyla devam niteliğinde çekilmiş dizi. Aslında karakter bulunamamış da ordaki karakteri çalıp üstüne dizi yapmışlar yani. Olay bu bana göre.

Ben okadar senaryo yolluyorum. Birileri bana dönse de millet dizi izlese. Nerdeee... Göreceğiz umarım o günleri. :)

28 Eylül 2011

28 Eylül Bireysel Silahsızlanma Günü

Son 10 yılda silahlı şiddet olayları 2 kat oranında artmış.
Peki insan neden silah alır?
Bu soraya verilen cevapların en birincisi güvenlik. Güvende olmak için silah alınıyormuş. Kendini koruma amaçlı. Silah olunca kendimizi nasıl koruyoruz o muamma.
Zaten biz Türklerde silah merakı ezelden beridir var. Meşhur sözümüz varya hani: " At, Avrat, Silah"
Ve Biz Türkler silahlanma oranı olarak 178 ülke içinde 17. sıradaymışız.

Ya peki düğün derneklerde, eğlencelerde atılan sıkılan silahlara ne demeli?
Burdaki amaç ne? Güvenliği mi tehlikeye girdi? Meydana çıkıp erkekliğini mi ortaya koyma çabası?
İşte asıl sorunumuz burda. Güvenlik bahanesiyle alıyoruz silahları. Ama ilk fırsatta kullanıyoruz.
Ruhsatlı olarak taşıyanların, bulunduranların yanısıra ruhsatsız taşınan silah ve taşıyan kaç kişi var kimbilir.
İşyeri güvenliği için alınan silahın, işyeri dışında her an her yerde taşınması ise güvenliğin bahane edilmesinin bir başka göstergesi.

Toplumu bilinçlendirmek için 10 yıldır Sessiz Ayakkabıların Yürüyüşü adı altında yapılan etkinlik bu senede yapılıyor. Umut Vakfı'nın desteklediği bu etkinlik umarız yerini bulur.
Taksitle bile silah satışı yapılıyorsa, insanlar silahlara özendiriliyorsa çok da umut yok gibi.
Ama vazgeçilmemeli.
Kanunlar gerekli ve yeterli düzeyde olmalı. Ki caydırıcı olsunlar.
Umarız ki ilerideki yıllarda bu oranlar azalış oranında olsun.

27 Eylül 2011

Hayal Dünyası

Hayaller kurardık biz yıllar önce...

Der, şarkının sözleri. Hayaller birleşiyor insanlar sevince birbirini. Yada hayallerin ortak noktaları bulunuyor.
Her hayalin yaşı var mıdır? Yada şöyle diyelim, her yaşın hayali başka mıdır?
İnsanın küçükken hayalgücü çok iyi çalışır. Çünkü bilmez çoğu şeyi. O yüzden hayal eder o bilmediğini. Merakı etkiler hayallerini.
Ama büyüdükçe, öğrendikçe küçülüverir hayaller. Bildiği değişmez sanır. Hayal kurmanın boş olduğuna inanır.
Oysa öyle mi?
Hayal dünyası çocuklara mı ait sadece? Bir kısıtlama mı var ki hayal kurma konusunda?...
Hayır.
Hayallerin ucu bucağı yoktur. Yeri yada zamanı da.
İnsan bir an bile olsa ufacık bir hayal kurar zihninde. İş başındayken yada birşey okuyor yada yazıyorken. Ben mesela. Bu yazıyı yazarken bile ne çok hayal kurdum bilemezsiniz.
Hayaller uzun metrajlı bir film gibi olacak diye bir kaide yok. Öyle değil mi? Varsa da ben bilmiyorum.
İnsan hayallerle yaşar.
Her ne kadar gerçeklerle yüzleşsek de hayaller hiç bitmez.
Her gerçekleşen hayal, hayal olmaktan çıkıyor olsa da asla sonu gelmez hayallerin.
Gerçektir hayallerden beslenen. Hayal ise gücünü,  sonsuzluktan alır.

Herkes İyi Olanı Hakeder

Dün çok sinirliydim. Herşeye sinir olma potansiyeline sahiptim özetle. Sabah yataktan zor kalktım. Sanki haftabaşı değil de ben hiç tatil yapmamışım. Yorgunum. İsteksizim.
Ama şimdilerde iyiyim.
Düşüncelerim değişti.
Sabah bir yazı okudum mesela. Hep doğru olanı, iyi olanı yapmış biri ama hiç iyilik güzellik görmemiş. Öyle diyor yazıda. Bunu anlıyorsun.
Kırmamış kırılmış, gitmemiş terkedilmiş, unutmamış ama unutulmuş.
Böyle bakınca doğru olan şeyleri hep kendi yapmış.

İnsan başına kötü bir şey geldiğinde bunu haketmediğini düşünür. Hep iyidir o. Kötü bir şey yapmamıştır. Ve bunları paylaşır derdini paylaşmaya gelenlerle.

Peki hep sevmeyi bilmek, istemek doğru mu?
Sevmeden sevilince yanlış yapan hangi taraf oluyor o halde?
Sevmek güzelse, sevilmek güzelse, seven biz değilsek bu neden hoşumuza gitmez. İlk aklımıza gelen hep seviyordum terkedildim. Ama seviliyordum da.
O zaman sevmeden sevilmek, sevilmeden sevmek kötü bir şey. Kimse haketmiyor. Yapan yanlış yapıyor.
Öyle ya sevmek dediğin sevilince güzeldir. Yaşanası bir duygudur. Sen sevmiyormuşsun ama seni seven varmış sanane...
Sen mi istedin seni sevsin diye. Sen seni seveni sevdin. Ama seni seven de seni terketti. O sefer seni sevmeyeni sen seviyor oluyorsun. Sevilmeden sevmenin ne olduğunu anlıyorsun.
Aşk şiirlerinin de özü budur çoğunlukla. Sevip sevilenlerin kavuşamaması. Terkedilişler.
Attila İlhan'ın Üçüncü Şahsın şiiri farklıdır. O sevmiştir ama sevilmemiştir. Üstelik sevdiği başkasını seviyordur.



Peki insan en çok hangisine üzülür?
Severken sevilirken terkedilmeye mi?
Hiç sevilmeden sevmeye mi...

Hangisini haketmiştir peki? ...

26 Eylül 2011

İkizlerin Aynı Kıyafet Çilesi


Minniminnacık, sevimli, şeker bir şey. Hemde iki tane birden. Ayırması güç. Çok benziyorlar birbirlerine. Ağlamaları bir, gülmeleri de.
Tüm bu benzerlikler yetmiyormuş gibi aynı kıyafetlere esir ediliyorlar. Sanki ayrı giyindirilseler kimse farketmeyecek ikiz olduklarını. Hadi belki bebişlerden farkedilmez. Ama büyüyünce belirgin benzerliklerle ikiz oldukları ortaya çıkar.
Ama yok yetmiyor anne-babaya. Bence özellikle de anneye. Ne alırsa iki tane alıyor. İkiz gibi giydiriyor demek doğru ama yanlış. Neden, aynı giyinmeye mecburlar mı?

Uzmanlar bile çocukların kişisel olarak gelişmesini etkiliyor diye aynı giyindirmeyin diyor. Çünkü sonuçta ikisi de iki farklı kişilik. İki farklı birey olacaklar. Her ne kadar ikiz olsalarda herşeyleri aynı olmayacak ki.

Yıkılması gereken bir gelenek gibi ikizleri ikiz gibi giydirmek.
Hatta isimleri bile benzer olmalı. Yoksa ikizliklerine zeval gelir Maazallah.

Benim ikizlerim olursa ne yaparım bilemiyorum. Aynı giydirmek konusunda değil. Farklı giydireceğim kesin bir şey. Ama o iki ufak minnacık bebeklere bakmak çok zor olmalı. İkisi birden ağlayacak, acıkacak... Oooo... Zor yani. Millete güllük gülistanlık tabi. Aman ne güzel ikizler demeyi bilirler. Çeken bilir demişler. Bende çok çektim ya konuşuyorum. :)

Velhasıl ikizler aynı giydirilmek zorunda mı ? Hayır...
Mühim olan ikizleri kıyafetlerine bakarak ikiz olduklarını anlamak değil. Asolan farklı giyim kuşam içindeki iki kişinin ikiz olduğunu anlamak.

Yanlış mıyım ?

23 Eylül 2011

Çağrı Merkezlerinin Yan Etkileri

Teknoloji ilerliyor ama biz vatandaşların çilesi bitmiyor. Herşey elektronik ortamda nerdeyse. Bir canlı insana derdini anlatmak demek işin yarısı bitti demek.
Çünkü karşımıza hep mekanik insan sesi çıkıyor. Ne sabrı var nede insan halinden anlıyor. Bi saniye geç kal bir tuşa basmak için hoppp geri baştan işlemi tekrarla.
Ve aralarda dinletilen müzikler.



İngiltere yine bir araştırma yapmış. Bu araştırmaya göre çağrı merkezlerinde beklemek insanın ömrünü yiyip bitiriyormuş. Sinir, stres ve başağrısı yaptığı kanıtlanmış bu araştırma neticesinde.
Ee bunlarında yaşamı uzatmadığı malum.

Banka kartınızın şifresini mi unuttunuz ? Gitti sizin yarı ömür. Aman unutmayın.
Uzun yaşamak istiyorsak çağrı merkezlerinden uzak durmak en iyisi. Ama bu devirde bu mümkün görünmüyor o ayrı.
Sözüm ona Vodafone ses tanıyan sistem çıkarmış. Bilemiyorum ne kadar güvenli bu sistem. Mesela adamı kaçırdılar. Silah zoruyla adamı arattırdılar. Ne malum. Olmayacak şey değil bence.

Kartın var derdin var. Teknolojin var derdin var. Yok yine derdin var.
Tıpkı para gibi. Ne onunla ne de onsuz olmuyor. Tabi bunun tersini ispatlamaya kararlı birileri çıkmıyor değil. Mesela Almanya'da bir kadın almış eline bavulunu, seyyar yaşamaya başlamış. Tek kuruş harcamadan. Değiş- tokuş yoluyla ihtiyacını alıyor, kaldığı yerlerde temizlik işleri, yemek yaparak ücretini karşılıyormuş. Ne derdi varmış ne de tasası.
Bizde mi öyle yapsak ne? Kaplumbağa gibi.

Hayatımız değişiyor doğru. Hergün yeni yeni teknolojilerle karşılaşıyoruz.
Ama şu bir gerçek:
Değişen hayatımızda alacağımız nefes sayısı hiç değişmiyor. Öyle ya da böyle. Paralı yada pulsuz, ister mağarada yaşayın ister bir villada. Değişen sadece hayat. O kadar...

22 Eylül 2011

Oscarda Türk Filmleri

Dünya sinemasında büyük bir yere sahiptir Oscar ödülleri malumunuz.
Bizim Türk sinemasının eşsiz filmlerinden biri de bir oscar alsa ne güzel olur değil mi?
Olur olur... Çok güzel olur.

Ekim ayında bildirilmesi başlayan oscar aday adayları için Türkiye 7 film arasından seçim yapacakmış.
1 Ekim 2010 - 30 Eylül 2011 tarihleri arası ticari sinemalarda 7 gün gösterime girmiş olma şartı olan filmler antraktsinema.com'un haberine göre şöyle :

Kavşak
Gölgeler ve Suretler
Hayde Bre
Çınar Ağacı
Bizim Büyük Çaresizliğimiz
Çoğunluk
Bir Zamanlar Anadolu


Ne yazık ki bu filmlerin hiçbirini izleyemedim.
Umarım en iyi seçim yapılır. Aday adaylıktan adaylığa kadar yükselir filmimiz.

Hadi bakalım...

21 Eylül 2011

Dünya Alzheimer Günü

Yıllardır bana hiç böylesi boş gözlerle bakmamıştı. İçimde birşeylerin kırıldığını hissettim. Ama haksızdım. Buna hakkım yoktu. Beni böylesine unutmasının nedeni yine bendim. Az üzmedim onu. Günlerce konuşmadığım zamanlarım oldu. Üzüntüsünü gördükçe hem üzülür hemde içten içe sevinirdim ya. Ne fenaymışım. Gençtim ama o zamanlar. Bana hep öyle güzel ve manalı bakacak sandım. Hep genç kalacağız sandım...

Şimdi ise ikimizde yaşlandık. Ve bunca yılın yaşanmışlığını bir ben hatırlıyorum. Bir an olsun ayrılmadan yanından ona bakıyorum. O, benim sevdiğim adam, ömrümü birlikte geçirdiğim insan, bana yine o aşk dolu gözlerle baksın. Kalan ömrüme yeter de artar bile...

.... ....

Bugün 21 Eylül. Bugün Dünya Alzheimer günü.

Peki alzheimer hastalığı ne, hakkında ne biliyoruz ?

Sebebi henüz bilinemeyen alzheimer hastalığının genetik olduğu düşünülmekte. Hastalık, günlük yaşamı etkileyen unutkanlıkla kendini gösteriyor.


Aslında doğru bildiğimiz yanlışlara bir yenisi etkileniyor bu hastalığı araştırırken. Her insan yaşlandığı için unutmuyor. Yani bunama denilen şey, yaşlılıkla gelen bir şey değil. Alzheimer belirtisi olan unutkanlık başta eşyaların yerini unutma, bildiği yolları şaşırma ile başlayıp insanın sosyal ve günlük yaşamını alt üst ediyor. Ve insan bakıma muhtaç hale geliyor.
Ve alzheimerin henüz bir tedavisi bilinmiyor.
85 yaşın üstündeki kişilerin yarısında alzheimerin görülmesi bekleniyor.
Alzheimerin nedenleri arasında depresyon ve stresin yeride çok büyük.
Yapılan araştırmalar Türkiyede 400bin kişinin alzheimer hastası olduğu yönünde.

... ...

Unutmak... Sevdiklerini, sevenlerini, alışkanlıklarını... Ve hayatın kocaman bir boşluğa dönüşür. Sen farkında bile olmazsın.
Unutmak her zaman insanın seçimi olmuyor...

Tüm hastalara şifalar diliyorum.

Hastalık ile ilgili detaylar için: Alzheimer dernegi

20 Eylül 2011

Merkez Bankası TL Simge Yarışması

T.C. Merkez Bankası Türk Lirası için , Türk Lirasını temsil edebilecek, akılda kalıcı, yazması kolay ve özgün bir simge arıyor.
Yani doların $ gibi.

Yarışmaya 3 / 31 Ekim 2011 tarihleri arasında başvuru yapılacaktır.

Yarışma şartnamesi: sartname.pdf

Başvuruları elden kabul etmiyorlar anladığım kadarıyla. Öyle bir cümle kullanılmamış.
Ankara Merkez Bankası kabul yeri. Şartnamede adres mevcut zaten.

Katılacaklara başarılar.

Güncelleme: 21.02.2012
Sonuçlar yarın saat 15.30 da açıklanacakmış. İlgili link. tl yarışma sonucu

Yeni Gün Yeni Umutlar Getirsin

Usulca girdi yatağa. Sanki incitmekten korkar gibi yastığını, örtüsünü. Başını yastığına koyar koymaz gözlerinde çıkmayı bekleyen damlacıklar, özgürlüklerine kavuşmuş mahkumlar gibi coşkuyla çıkıp, yastıkla buluştular.

Nicedir bekliyordu içinde bir umutla. Yüreği daralıyordu heyecandan. Olacak bu sefer diyordu...

Ama... Yine olmamıştı işte. Olmamıştı. Ne çok istiyordu halbuki. Hani birşeyi çok isteyince olurdu. Çok istememiş miydi acaba? Hayır... İstiyordu. Tüm kalbiyle hemde.

Ağlarken daldı uykuya. Islaktı yastığı. Hıçkırıkları içinde tutarak uyudu. Kimse bilsin, öğrensin istemiyordu ağladığını. Herkes makul karşıladı sanıyordu bu durumu. Olan olmuş, yani olmamıştı işte.

Sabah hala ıslak yastığına yüzünü gömdü uyandığında. Yastığa sinmiş yaşlarının gözlerinde yenilerini oluşturmaya başladığını anladığında kaldırdı kafasını. Öylece baktı ıslak yastığa. Ve bir hışımla ters çevirdi. Öfkesi, korkusu, umutsuzluğu karıştı birbirine. Aynayla göz göze gelmeden lavaboya girdi...

Yeni gün, yeni şeyler getirsin istiyordu sadece...

19 Eylül 2011

Benim Yüzüm Sinema

Yeşilçam'da unutulmaz bir yolculuğa var mısınız ?
Cevabınız evet ise 9 Ekim Pazar gününe kadar mutlaka İstanbul Modern Sanatlar Galerisi'ne yolunuz düşsün.

Yeşilçam filmlerini hiç "aa bunu izledim biliyorum" diyerek geçiştirdiğimiz nadirdir. Gün içinde yada akşam fark etmez.
Çoğunu kaybettik belki ama hala ayakta duran Yeşilçam'ın devrilmez çamları var.
İşte onlar arasından 42 tanesi Bülent Umut için bu kez fotograf makinesinin karşısına geçmiş.

Aralarında Hababam Sınıfı'nın Düdük Necmi'si Halit Akçatepe, Yeşilçam'ın kötü adamı Nuri Alço, Ayla Algan, Metin Serezli... Dahası...

Bülent Umut Yeşilçam'ın son 50 yılındaki 21 kadın, 21 erkek önemli  karakter oyuncusunun  fotograflarıyla bir sergi hazırlamış. Ve bence görülmeye değer.



Bülent Umut Benim Yüzüm Sinema Sergisi
İstanbul Modern Sanatlar Galerisi (Barbaros Bulvarı No:143 /1 - Balmumcu)
Son Tarih: 9 Ekim Pazar 2011

Detay : istanbulda sanat

18 Eylül 2011

Bir Düğünün Ardından

Hayırlısıyla geride kaldı bir düğün... Telaşı, koşuşturması, herşeyi geçti bitti nihayet.

İlk oyunumu oynadım düğünde. Gerçi oynamak denirse artık yaptığıma. Ama halayı kanımca biraz daha iyi becerdim.  Normal halayı tabi. Tabi birde damat (yanlış hatırlamıyorsam adı buydu) halayı vardı da. Onu ilk kez duydum, gördüm yani.

Uzun zamandır görmediğimiz akrabalarımızı, eşi dostu gördük düğün sayesinde.
Düğünler böyle birşey işte. İnsanları bir araya getiriyor.
Ve hakkaten insan yol gözlüyormuş ve kimin geldiğine bakıyormuş. İnsanın gözü ister istemez arıyor gelmeyeni.
Ama gelenlerde gelmeyenler de sağolsun.

Düğünden evvel malum kına olur ya, valla bizim kına teyzemin kızları olmasaymış pek bir sönük geçecekti. Sağolsunlar geldiler. Ortalığı şenlendirdiler. Yoksa biz kınayı yakıp gelirdik herhalde. (:

Nihayetinde geçti gitti.
Darısı geride kalan bekarlara artıkın. (:

Bu arada düğün abimizin düğünü idi. Allah mesut etsin bir ömür.

16 Eylül 2011

Yavru Balıklara Dikkat

Kaçan balık büyük olur, kaçamayan ızgara...
Diye çok bilinen bir söz vardır bizde.


Balık av sezonu açıldı bildiğimiz üzere. Beraberinde bazı kısıtlama ve kurallarla.
Mesela balıkların boyları önemli. Belli bir cm'den kısa olanları avlamak yasak artık.
Neden?
Çünkü balık nesilleri tehlikede.
Zamansız, yersiz ve bilinçsiz avlanma onları da tehdit ediyor. Bunun önüne geçmek için İnşaallah geç kalınmadı.
Yoksa hakketen gelecek kuşak çoğu balığı hiç tanıyamıyacak ne yazık ki...

Green Peace yavru balık avlama konusunda bir kampanya yürütmekte. Bu kampanya sayesinde bazı balık türlerinin yasal avlanma boylarını biraz yükseğe çekmektirmeyi başarmış.

Bu konuda balıkçılar değil biz tüketicilerde dikkatli olmalıyız.
Aldığımız balıklara dikkat etmeliyiz. Yavru balık almamalıyız. Satanları ikaz etmeliyiz.
Ayrıca Ntv'de bu konuyla ve çevre ile ilgili konularla itinayla ilgileniyor. Programları var. Reklam kuşaklarıyla bilinçlendirmeye çalışıyor.

Ama herşeyden önce kendimiz birey olarak birşeyler yapmalıyız.
Hem balıklar hemde çevremiz için...

15 Eylül 2011

Evyah Bebeğim Tweetledi

Aguuu...
Mammaa...
Inngaa...



Bunlar ne böyle diye sorduğunuzu düşünüyorum.
Aslında tanıdıklar değil mi?
Bebeklerin çıkardığı sesler bunlar.
Ve belki de bazı bebeğin ilk tweeti, ilk yorumu da.

Sosyal paylaşım sitelerinde kendileri hariç çocukları için hesap açanlar az değil. Belli kesimi açıp bırakıyor. Bi fotografını koyuyor. Bir iki yorum o kadar.
Ama bilmediğim, bunu gayet ciddi bir şekilde yapanların da olduğuydu. Resmen bebekleri için sanal bir arşiv niteliğinde hazırlıyorlarmış hesaplarını.
Dünyanın birçok yerinden çok sayıda takipçileri, hayranları olanları bile varmış.

Yani düşünün. Sizin anne babanız sizin için taaa doğduğunuz ilk günden açmış bir face ve twitter hesabı. Sizi dünyaya meşhur etmiş. Büyüme sürecinizi ilk günden takip eden, tanımadığnız bissürü insan. Her halinizi biliyorlar desek yeridir. Gerçi bazısı abartmamış, belli kısma özelleştiriyormuş ama. Neyse siz büyüyorsunuz. Birgün karşınıza biri çıkıp sizi tanıdığını söylüyor. Bir bebek gibi seviyor sizi. Ne yaparsınız ?

İnternetteki bebek fotografları bu şekilde çoğalıyormuş demek. Çocuğunun resmini yayınlayan anne/babalar sayesinde.

Açılan ve paylaşılan her şeyin çocukları için ileri de unutulmaz bir anı olacağı konusunda hepsi hemfikir gibi.
Bilinçli olanlar olduğu kadar bilinçsiz olanların da olduğu bir gerçek.
Bebeğini şimdiden bir birey olarak görüp, paylaşımlarını ona yapanlar da var.
Bence de en doğrusu bu. İleri de o çocuğun, tüm bunlara güleceği düşünülemez. İçlerinden birine illaki keşke kimse görmeseydi, bilmeseydi diyecektik.
Bunu geçmişte, büyüklerimiz büyük aile toplantılarında yapardı. En meşhuru da " hadi göster" lafıdır.
Yada toplarlar küçüklük tüm resimleri, herkesciklere gösterirler. Çocuk bunların kiminden utanır. Öyle ya bu onun özelidir.

Şimdiki zamanda da  öyle düşünmeli. Üstelik net ortamında. Neyi, nasıl, kimlerle paylaşılacağı önem taşıyor. O geleceğin bir bireyi olacak sonuçta.

Sanal olmasından ziyade, kendi açımdan düşünürsem, çocuğum için tutabilirsem kanlı,canlı bir defter tutmak isterim. Ve bir albüm. Hatıralarını masabaşı yada dizüstü pc den değil de benim kendi el yazımla, özenle yazdığım o özel defterden okusun isterim. İleride sararmış, eskimiş fotografları olsun mesela.
Çok mu gerikafalı düşünüyorum acaba?
Belki çocuğum bir tweetim bile yok diyerekten naralar atacak  ilk cümlesinde...
Belli mi olur... (:

14 Eylül 2011

Bisfenol A Nedir

Bisfenol A (BPA), bu kelimeyi ilk bugün duydum maalesef.
Bisfenol A polikarbon plastik ürünlerde bulunuyormuş. Polikarbon ise ışığı cam kadar geçirme özelliğine sahip, ateşe darbeye dayanıklı, hafif bir malzemeymiş.

Polikarbon gıdaya uygun görüldüğü için gıda ürünleri paketlerinde de kullanılmaktaymış. Mesela su şişelerinde.
Ama ikisi arasındaki yani pet ile polikarbon şişe arasındaki farkı farketmek mümkün değil. Biz tükeciler için. Bu ayrımı yapabilmemiz için şişelerin altında onun özelliğini gösteren bir rakam olması gerekmekteymiş.
Ok işaretleri ile çevrilmiş olan bu rakam 3 yada 7 ise o şişe polikarbon yani Bisfenol A içeriyor demekmiş.
Ayrıca şeffaf plastik olan tabak, çatal, bardak ve özellikle de biberonlarda olduğu belirliyormuş.

Bu konuyla araştırma yaparken Bisfenol A içeren biberonların üretimini Tarım ve Köy işleri Bakanlığı'nın yasakladığını öğrendim.
Bu haberin devamında ise Bisfenol A içerikli bir su şişesindeki suya Bisfenol A nın işleyebilmesi için 35 derecede 60 gün beklemiş olması gerektiği de belirtilmiş. Bu halde bile insan sağlığını tehdit edeceği düzey çok düşükmüş.
Hep görüyorum, görüyoruzdur hepimiz de. Su şişeleri hep sokaklarda, güneş altında bekletiliyor. Yaz kış farketmiyor.

Bir yandan tehlikeli diye yasaklanıyor, bir yandan tehlikelidir deniyor.
Bir yandan tehlikesi çok azdır deniyor.

Ama uzun lafın kısası hakketen cam sağlıktır demek en doğrusu.
Ama ne yazık ki ne pet su şişelerinden nede damacanalı sulardan vazgeçmiyoruz. Geçemiyoruz ki. Cam kapta su satılıyor mu ki ? Ben bilmiyorum.

Yine de su alırken özellikle damacana alırken en azından şu okla çevrilmiş rakamına bir bakalım. Neyin içindeki suyu içiyoruz bilelim.
Öyle değil mi?


Haber detayları:
ntvmsnbc
cnnturk

13 Eylül 2011

Rizzoli ve İsles

Cnbc-e 'nin yeni yayın dönemi başladı.
Geçen sezondan severek izlediğim polisiye dizi Rizzoli ve Isles 14 Eylül çarşamba saat 21.00'de başlıyor.
Gerçi ben netten 8. bölüme kadar geldim ama olsun, benim için Tv den izlemek hep ayrı olmuştur.

Kitaptan uyarlama olan dizi iki farklı karaktere sahip iki kadının işleri gereği bir araya gelmesini, dostluklarını, kavgalarını ve zıtlıklarını her cinayeti çözerlerken daha da pekiştirmelerini anlatıyor.

Rizzoli, genel tabirle erkek gibi bir bayan. Lafını esirmeyen, rahat biri. Kendisi gibi polis olan ile  hapisten yeni çıkmış iki erkek kardeşi var.
Ve hiç anlaşamadığı, kızı kadar rahat ve lafını esirgemeyen bir annesi var.
Dr. İsles ise tam manasıyla hanımefendi. Hergün şık giyinen, en iyi markaları seçen, kültürlü, hemen herşey hakkında bilgisi olan( bu Rizzoli'yi gıcık ediyor) biri.

Her ne kadar zıt karakterlere sahip olsalarda iş konusunda el birliği ile çözemedikleri cinayet kalmıyor.

Hikayesi, aksiyonu ve akıcı diyalogları ile kendini izleten bir polisiye dizi.

Rizzoli ve Isles bu dönem ikinci sezonu ile Cnbc-e ekranlarda olacak.

Son not olarak, Cnbc-e resmi sitesinde açılan en karizmatik kadın polis kim anketinde Jane Rizzoli birinciliği elinde tutuyor.

detay: cnbce/Diziler

12 Eylül 2011

Spartacus Öldü

Cbnc-e' nin geçen sezonun en iddialı dizileri arasında yer alan Spartacus" Kan ve Kum" dizisinin yıldızı Andy Whitfield hayatını kaybetti.
Oyuncu uzun zamandır lenf kanseri tedavisi görmekteymiş. Bu sebeple de dizinin sonraki sezonlarında yer alamamıştı.

Andy Whitfield henüz 39 yaşındaydı.



haber kaynağı: ntvmsnbc

Diziyi izlemezdim ama çok meşhurdu. Kısa zamanda çok izlenen bir dizi olmuştu.
Bunda oyuncuların etkisi çoktur.

Ne diyelim, kalanlara sabır dileyelim.

11 Eylül 2011

Doğru Bilinen Yanlışlar

Size doğru bildiğimiz yanlışlardan bahsetmek istiyorum.
Eminim herkes ömüründe bir kez bile olsa kan aldırmıştır. Tahlil için yada başka nedenle. Zira zaten son yıllarda doktora ne sebeple giderseniz gidin, mutlaka tahlil ister oldular.
Kan verirken, damar kolay bulunsun diyerekten elimizi yumruk yapmamız istenir.
Ama İngiltere'de son yapılan araştırma bunun yanlış bir davranış olduğunu göstermiş.
Yumruk yapılarak damarın belirleşmesi sağlanıyor ama kan içindeki potasyum düzeyini arttırarak tahlil sonucunu etkileyecek hale geliyormuş.
Bunu bizden doktorlar bile ister. Ama gelin görün ki ne kadar yanlış bir uygulama imiş.
Bundan böyle kan verirken elimizi yumruk yapmaya son.

Çok sık yapılan diğer bir uygulama ise tansiyon ölçülürken yapılıyormuş.
Dr. Gürkan Kubilay, tansiyon aletinin açıkça kalması gerektiğini belirtiyor. Hani kola sarılan parçasının içine koyulur ya hep. Öyle yapmak yanlışmış. Üstelik tansiyonun doğru sonucu ilkinde değil, ikincisinde belli oluyormuş.
Bunu da hep yanlış yapıyoruz.

Bir diğer yaptığımız yanlış şey boş dondurma, yoğurt yada pet şişelerle ilgili.
Boşalan dondurma yada yoğurt kapları genelde evin hanımları tarafından atılmaz. Saklama kabı olarak yıkanıp kullanmaya hazır bekletilir.
Ama onların üzerindeki son kullanma tarihi, sadece içindeki ürün için değil kapları içinde geçerliymiş.
Kullanmak kansere davetiye çıkarıyormuş.
Aldığımız ve bittiğinde yine su doldurarak içtiğimiz pet şişeler içinde aynı şey geçerli.

Plastiklerin zararı açık. Ama bizler plastik ürünler kullanmaktan vazgeçmiyoruz.

Kimbilir daha doğru diye bildiğimiz kaç yanlışımız var.
İyi hala hayattayız...

10 Eylül 2011

Facebook'un Fendi Mns'i Yendi

Bilmiyorum hala mns adresleri üzerinden resim yükleyen, albüm oluşturan var mı?
Adı da birşeydi ama unuttum. Baya baya hatırlıyorum da face'in (sadece o kısmı) aynısı idi. Gerçi face de arkaplan yok. Mns de o özgürlüğün var ama.

Geçen arkadaşların face de yazdıkları dikkatimi çekti. Daha doğrusu doğru hakketen dedirtti bana.
Facebook adresi alanlar artık mns lerini kullanmıyor desek yeridir. İletişim için face yetiyor çoğu kişiye.
Zati mns de görmediğinde face de mutlaka denk geliyor.

Peki ikisi bir mi? İkisi birden yürümüyor mu ?

Kendi açımdan düşünürsem, bence farklılar. Mesela ben face'i sohbet etmek için pek kullanmıyorum. Yani face adresi oluşturmamın nedeni o değil.
Sosyal paylaşım sitesi adı. Gerçi paylaştıığım pek birşey de yok. Okul arkadaşlarımı aradım buldum. Face adresim onlar ve çok yakın akrabalarımdan ibaret.
Sosyal iletişim aracım yani. Mns de göremediklerimi görüyorum. Ne yaptıklarını takip edebiliyorum. Doğum günlerini kaçırmıyorum. Ve onlarla yıllar sonra biraraya gelebiliyorum.

Bunları mns üzerinden yapamazdım.
Ama mns üzerinden dikkatimi sadece konuştuğum arkadaşıma verebiliyorum. Kim ne paylaşmış, dur şuna da bakayım (gerçi hiç böyle olmadı,sadece tahmini) diye dikkatim dağılmıyor.
Mns de sadece arkadaşımı görüyorum. Birebir onla muhatabım yani.

Hem üstelik ben seviyorum mns'i.
Hemde dediğim gibi face muhabbet edilecek yer değil. Toplanılacak yer. Organizasyon yapmaya müsait bir yer. Haber alma aracı.

Ama çoğu kişi ben gibi düşünmüyor.
O yüzden face adresleri dışında onları mns de görmek artık imkansız.
Sorduğunda face'deyim demeyi iyi biliyorlar.
E ne olmuş, bende mns'deyim. Eğer konuşmak istersen...

Son olarak Facebook Hakkımda yazım:
"Facebook sevmezlerden
Gıcık
+ Sevimli..."

9 Eylül 2011

İşte O An

O an gelir ki aaa... dersiniz.
O an hangi an mı? O sizin bileceğiniz birşey. Herkese göre değişir "o an" lar.

Benim bugün gözüme çarpan o an çok farklı. Dokuz rakamı üzerine kurulu.

Bugün günlerden Cuma. Aylardan Eylül. Yıl 2011.
Evet...
Lafı çok uzattım biliyorum. Aslında saatte önemli ama şuan için değil. "O an" için önemliydi.

Resmini çektim yayınlıyorum.


Bence iyi yakalanmış bir an.
Dokuzların gücü... (:

Keşke bunu 09.09.2009 da yakalasaydım.

Bilirsiniz böyle tarihler çok akılda kalıcı olduğundan ve özel olduğundan özellikle evlenecek çiftler bu gibi tarihleri özenle seçer oldular.
Geçen sene için 10.10.2010 tarihinde rekor sayıda nikah kıyılmış. Talep çok yani. Eminim hiçbir tarihi akıllarında tutamayan erkeklerinde işine geliyordur bu tarihler.

Bende mi seçsem böyle bir tarih ne yapsam. Bir de saatini denk getirdik mi tamamdır. (:
Tam tarih olur.


6 Eylül 2011

Mevsimlerden Sonbahar

Oyyy... Benim canımıniçi okuyucularım sizi bensiz bıraktım nicedir. (Adımda uyuşuk olabilir ama ben bir hayalperestim neticede. ) Eylül ayı geldi geleli pek yazamıyorum. Sanmayın suçu bu ayda arıyorum. Sadece şuan o aydayız ya ondan. Malum bayramdı. Ve bizim düğün işleri.
Aman merak etmeyin ben evlenmiyorum. (:
Abimiz evleniyor.

Ve açıkcası itiraf ediyorum ki akşamları yazma isteğimi arıyorum ama bulamıyorum nedense...
Kaçıp gidiyor. Nerelere gidiyorsa artık. Bi bulursam var yaa...
İşyerinde de o yoğunlukta bir geliyor pir geliyor ki sormayın.
Ayarsız. Kime çekmişse artık.

Gündemi de pek takip edemiyorum. Ne olmuş ne bitmiş pek bilgim yok.

Ama televizyonların yeni sezonu başladı.
Diziler kaldıkları yerden devam demeye dün akşamdan başladılar.
Mesela Arka Sokaklar dizisi.
Gözüme takılan bir husus var. Hüsnü Çoban'ın en küçük çocuğu Haydar Berk'i hiç göremedim ben. Bi büyüğü olan kızı değişmiş. Çenesi açılmış. Haydar uçmuş...
Eski ekip yine bir arada. Bu sezon biter herhalde artık.

Cnbc-e nin yeni sezonu da haftaya başlıyor. Hadi hayırlısı.
....

Hava durumu spikerleri derler ya hava nasıl olursa olsun, sizin havanız güzel olsun.
Artık sonbahardayız. Doğanın mevsimi sonbahar olsun, yeter ki bizim mevsim hep bahar olsun.
Bunun için;
Gülümseyin... (:

1 Eylül 2011

Sanal Sosyallık

Sizin evde bilgisayar kullanmayı bilen kaç kişi var?

Bu sorunun cevabı en az 3 olmalı. Eğer evinizde küçük bir çocuk varsa. Yoksa da 2 olabilir.
Neden mi ? Çünkü evde çocuğu bilgisayar kullanmayı biliyor olup, kendisi bilmeyen bir ebeveynin işi zordur. Bilgisayar bilmeyen için karmaşıktır. Hele ki internet. Büyük bir nimettir ama doğru doz alımı olmazsa yan etki yapar. Ve bunun farkında olmayan ailenin işi zordur.

Artık çocuklar mahalle de top koşturmuyor. Saklanbaç oynamıyor. Evinde yada internet cafelerde "sosyal iletişim"e geçiyorlar. Klayve üzerinden. Eve kan ter içinde gelmiyorlar, üstleri kirlenmiyor toz ve topraktan. Ama onlar oturdukları yerden sosyal iletişime geçiyor. Tüm dünya ile hemde. Dünya iki tık ile önlerine geliyor.

Sosyal iletişim sitelerini artık her yaştan, herkesin kullandığı bir gerçek.
Yapılan bir araştırma  sosyal iletişim sitelerinin en birincisi Facebook'un 50 ve üzeri yaş grubu üye  sayısının her geçen gün artışda olduğunu gösteriyormuş.
Yeni nesile ayak uydurmak düşüncesinde imiş çoğu. Ama kanımca çoğu çocuğunun kimlerle konuştuğunun derdinde olmalı. Sanal takip.

Hep merak etmişimdir bu sosyal iletişim sitelerinin üyelerinin hepsi harbi sosyal mı? Yani hiç görüşmediği biri ile sadece netle kurulan arkadaşlık. Evet olabilir. Eskinin mektup arkadaşlığı gibi. İnsan bazen konuşmadan yazmayı seçer. Göz teması kurmadan rahatça konuşmayı. Böyle tip 2 yada 3 kişi olabilir insanın sanal ortamında. Benimde var.
Ama çoğu yani hepsi öyle ise bu kişi için ne derece sosyal denebilir ki?
Bir cam ekranın karşısında ne derece sosyallık olabilir?
Asosyal deriz ya, bunlarda netsosyal. Yada ağsosyal.

İşte bunlardan çocuğu/muzu uzak tutmak için, bizde de az biraz ağsosyallık olması lazım.
O ucu bucağı belirsiz sosyal ağ ortamında tek başına kalmamalı çocuklar.