29 Nisan 2012

Gözüm Kapalı


Gözlerim kapalı.
Belki uçuyorum, belki de düşüyorum.
Ama zevk alıyorum.
Belki ağlıyorum, belki de gülüyorum.
Ama nefret doluyum.
Belki geç kalıyorum, belki de daha erken.
Ama umrumda değil ki zaten.
Belki seviyorum, belki de seviliyorum.
Ama küstahça reddediyorum.
Belki yerin binkat altındayım, belki de bulutlarda
Ama düşünmüyorum bile.
Gözüm kapalı bakıyorum sana.
Kendimi değil,
Seni görmek için.
Şu belkili hayatta, belki bende yaşıyorumdur diye ...

27 Nisan 2012

Köpek Çocuğu Isırdı, Çocuk Köpeği Boğdu.

Gazeteciliğin bir meşhur lafı vardır ya; köpek adamı değil, adam köpeği ısırırsa haber olur.
Bu haberi izlerken geldi aklıma bu laf. Çünkü ortada normal olmayan bir olay vardı. Isırılan kişi, ki o daha çocuk, onu ısıran köpeği boğmuştu suda.

Haberi izleyip bilenler vardır içinizde. Çocuğun o anki görüntülerini, olayı hastanede anlatmasını izlemiş olanlara sorum var. O çocukta bir tuhaflık gördünüz mü hiç? Biz gördük. Bizce “ablam ve ben” çocuk, köpek tarafından saldırıya uğramış bir çocuk olarak, yüzü yaralanmış bir çocuk olarak fazlasıyla sakindi. Ambulansa yürüyerek, sakin bir şekilde biniyordu. Yüzünde o dehşeti yaşamış birinin ifadesi yoktu. Korku yoktu gözlerinde. Yaş yoktu.
Olayı anlatırken sakindi. “ kanı gördüm, girdim denize tekrar ve köpeği boğdum” diyor. Kısasa kısas yapmış. O halinde, o yaşında, onu o hale getiren köpeği öldürme gereği duyuyor. Sizce bunda bir tuhaflık yok mu? Şiddete şiddetle karşılık vermek bir çocuk için bu basit bir olay mı?

Haberlerde köpeğin yaptığı saldıradan bahsedildi. Çocuğun yüzünde kalacak izlerden. Ya içindeki yaralar? Evet içinde oluşmuş ciddi bir yara bence zaten varmış. O çocuk ileride yine kendisine zarar vermek isteyen bir insanada aynı düşünce ile zarar vermez mi? Canını almak istemez mi ? Olay sadece kendine saldırmış bir köpeği öldürmesi mi? Boğuşurlarken öldürmüyor ki köpeği. Elinden kurtuluyor, yarasını farkediyor ve dönüp köpeği suda boğuyor o çocuk.

Ortada, şiddete uğramış bir çocuk var. Evet. Ama birde o şiddeti kendince, ölümle sonlandıran bir çocukta var. Ben bunu demek istiyorum. Olaya birde bu açıdan bakmak lazım değil mi?

İşte o “kahraman” çocuğun haberi: tıklayıp izleyin.

Dizilere Bir Mim Dokunuşu

8 maddelik – uyuşuk hayalperest kanunları – başlıyor. Yazacağım dediğimin üstünden bir hafta geçti. Artık ertelemiyeceğim dedim. Ve o 8 madde. :)

1- Ben dizi izlerken, hiçbir şekilde araya bir şeylerin girmesini istemem. Bu herhangi bir şey izlerkende aynıdır. Bir iş karıştırırken de. Reklam aralarında zaping yapmam. Bu şekilde baya kazandırırım yapımcılara, tvlere.
 


4- Polisiye dizileri severim. CSI-NY, Closer, Rizzoli and Isles izlediğim dizilerden bazıları. Türk yapım, şöyle ağız tadıyla izlenecek bir aksiyon polisiyeler yapamadık. Behzat Ç. var. Evet var, ama o polisiye değil, drammış. Kaldı ki Onu ben izleyemiyorum. Annemden dolayı.

5- Komedi dizilerini severim. Mesela yabancılardan The Big Bang Theory. Türk yapım Dadı. İyi bir komedi idi. Her ne kadar aktarma olsa da, en iyi aktarmalardan biriydi. Sonra Belalı Baldız dizisi de pekde fena değildi. İzlerdim.

6- Şöyle düşününce eskiden daha iyi diziler varmış. Mesela komik dizilerden, Bizim Ev, Everybody Loves Raymond ve Friends. Polisiye olarak Prison Break ve Cold Case. Şuan aklıma gelen, severek izlediğim dizilerden. Sonrasında İkinci Bahar, Çemberimde Gül Oya dizileri de çok güzeldi. Asmalı Konakta türünün en iyisi idi. Çünkü sonrasında Tvyi ağalar basmıştı.



7- Fantastik dizileride sevmiyor değilim. Mesela Merlin. Sonra, daha ilk sezonunda kalsamda, The Vampire Diaries. Arada, şu adını tam teleffuz edemediğim cadılı diziye bakıyorum.

8- Dizileri Tvden izlemeyi tercih ediyorum. Netten izlemeye bir türlü alışamadım. Hele bölümleri indirip izleyenlere imreniyorum. Ben şahsen üşenirim. Bana göre tv keyfi başka tabi. Öyle indirip bir Death Note adlı animeyi izlemiştim. Keşke, pc de sorun çıkmasaydı da, orda kalsaydıda, ben yine izleseydim.

26 Nisan 2012

Boşluğun Ortası Neresidir?

Ortada bir yerdeyim. Tam ortada değil. Kenara yakın gibi ama oda değil. Ortada biryerde işte. Bilmiyorum ki nerde. Ama ortaya yakın. Kenara biraz uzak... Belki de..
Her insan gibi, belkide çoğu insan gibi. Her insan dersem, sanki herkes bana tepki verecek. İstemem ben tepki. İstemem bana laf söylensin. Kaldıramam...
Evet çoğu insan gibi, çok param olsun istiyorum. Ama öyle havadan gelsin. Şimdi gelsin. Hemen gelsin. Şuan, şuracıkta. Ama.. Yok gelmiyor...
Canım sıkılıyor. Kimse beni arayıp sormuyor. Bende sormuyorum ki.. Yapmıyorsam niye bekliyorum ki. Tıpkı herkes gibi...
Öfkeliyim. Kime? Niye?.. Öfkeliyim ama. Boğazımda düğümlenen o düğüm daha çözülmedi. Yazarken bile, gözbebeklerimin kapaklarını zorluyor. Belki de çözülmek istiyor. Ama şimdi sırası değil. Kal içimde. Yine.. Yeniden. Büyü içimde. Çözülmeyen bir düğüm ol kal orda emi..
Susuyorum. İçim konuşuyor. O bile konuşurken, çekinceli. Temkinli ben gibi. Dışı gibi. İçim neyse dışımda o gibi.. Ama öyle değil. İçim isyanda. İçim yorgun. İçim ağlamaklı şuan. Düğüm yine boğazıma oturdu. Kapakları zorluyor. Ama yok, ağlamak yok.
Ortasındayım. Tam ortasında. Boşluğun ...

Marka Kent Ödüllü Logo ve Slogan Yarışması İptal

Evet evet, yanlış değil, sonunda kesin ve net cevabı verdiler sağolsunlar.
İptal etmeye karar vermişler. Niye?
Birinciye layık bir çalışma bulamamışlar.
Anca düştü akıl başa. Yarışmanın başlatıldığı neredeyse bir sene olacak. Bakınız burda yarışmayı ilan etmişim. Aylardan Temmuz, ki ben hemen duymadığımı hatırlıyorum. Ordan bir ay geri atın, Haziran. Biz hangi aydayız? Nisanı sayma, Mayıs. Yani uzun lafın kısası, olmuş bir sene.
Şuan iptal edildiğine dair açıklama yazısını tesadüf eseri buldum. Anasayfada yok bir açıklama. Ben hergün, olmadı birgün ara ile hep baktım siteye. Bir açıklama var mı diye.
Bundan iki yada üç hafta evvel idi. Anasayfada link vardı. Seçici kurul seçme işlemini bitirdi. Yarışma takvimi açıklanacak deniyordu.
Şimdi sadece duyuru linkinde bu açıklama yer alıyor. Tekrardan sağolsunlar !

25 Nisan 2012

Ben Değilim...

Böylesi seni yalnız bırakan, ben değilim.
Duymazdan gelen sesini, çığlıklarını
Ben değilim.
Mevsimlerden baharı, kışa çeviren 
Ben değilim.
Önüme katıp fırtınada, bir yaprak gibi,
Ordan oraya savurup, yolunu kaybettiren,
Ben değilim.
Ağlarken gülümseten de,
Kahkahalarının arasına hıçkırıkları katan da
Ben değilim.
Yaralarına merhem olan,
Yarana tuz basanda, ben değilim.
Beni, bunca şeye sebep eden,
Beni bir halt sanan,
Hep sendin...
Ben değil.

Aradaki Mekan: Türkiye Sineması Panoraması

Türk sineması her geçen gün gelişiyor. Arşive her yıl yeni filmler ekleniyor.
Ve Türk sineması geniş bir yelpaze ile dünyaya açılmaya da devam ediyor.
Lincoln Center Film Cemiyeti tarafından organize edilen bir program 27 Nisan'da start alacak.
1950’lerden bugüne çeşitli ödüller kazanmış 29 film, 27 Nisan-10 Mayıs tarihleri arasında New York’da, Aradaki Mekan: Türkiye Sineması Panoraması adlı program sayesinde Amerikalı izleyiciye ulaşacak. Filmlerin yanısıra oyuncu ve yönetmenlerle söyleşi bölümünde soru cevap imkanıda olacak program dahilinde.

Raşit Çelikezer’in yönetttiği Can filmi ilk film, Özcan Alper’in Gelecek Uzun Sürer (2011), son film olarak programda yer alan filmlerden.

Diğer filmlerin bazıları da şöyle sıralanıyor;

Memduh Ün - Üç Arkadaş (1958)
Atıf Yılmaz - Ah Güzel İstanbul (1966)
Metin Erksan - Yılanların Öcü (1962)
Susuz Yaz (1964)
Atıf Yılmaz - Selvi Boylum Al Yazmalım (1977)
Ali Özgentürk - Hazal (1979)
Ömer Kavur - Anayurt Oteli (1987)
Tunç Başaran - Uçurtmayı Vurmasınlar (1989)
Gülsün Karamustafa - Benim Sinemalarım (1990)
Gizli Yüz (1991)
Derviş Zaim’in ilk filmi Tabutta Rövaşata (1996)
Nuri Bilge Ceylan - İklimler (2006)
Ve Yılmaz Güney'in üç filmide programda yer alıyor. 1970 yapımı Umut ve 1971 yapımı Ağıt ve Yol.
Haberin kaynağı için tıklayın

24 Nisan 2012

Çocukluğum, Babam, Yaramazlıklarım.

Bir yaz gecesi.
Belki yıldızlarda vardı ama benim hatırımda sadece o var. Kocaman, ışıl ışıl. Sanki gökyüzünde bir fener. Dünyayı aydınlatıyor. Öylesi bir hayranlık ki, hiç unutmadım o geceyi. O kocaman, pasparlak dolunayı. Belki de bu sebeple seviyorum dolunayı. Onun o güzel ihtişamını.



Şuan oturduğumuz evin önünden bir ağaç görünüyor. Bir erik ağacı. Ama sanmayın o erik ağacı, öyle basit ve sıradan bir ağaç. O benim ağacımdı küçükken. Yani yanlış hatırlamıyorsam eğer, benim olan ağaç o idi. Bir o kalmış. Büyümüş, ben gibi. O bahçede daha başka çeşitlerde başka erik ağaçlarıda vardı. Ama onlar artık yok. Üzerlerine ev dikilmiş.
En büyük erik ağacı, büyük ablamındı. Ona tek kişilik salıncak yapar sallanırdık. Bir keresinde, deli gibi, kendi etrafımda dönmüştüm ağaçtaki salıncakta. Bitişe doğru dönme hızı yavaşladı. Hiçç müdahale etmedim, öylece döndüm durdum. Sonuç, midem bulandı. Sonrasında ve şimdi, salıncakta, az hızda fazlaca kalsam, yine midem bulanır.
Babam pay etmişti bize o ağaçları. Kendi dikmişti çoğunu zaten. Hepsi farklı idi neredeyse. Kimi normal erik, kimi orak eriği, kimi de bir çeşit erikti işte. Ayvada vardı o bahçede, üzümde. Ama bize erikleri vermişti babam. Çünkü onların çeşidi bol idi.

Kış akşamları, sobanın etrafında toplanır, otururduk. Babam, artık kaç kilo aldığını o zamanlar hiç bilmediğim mandalin yahut portakalları dağıtırdı bize. Bir bana, bir ona, bir kendine, bir anneme. Tam 7 kişiydik. Öyle 3, 5 düşmezdi payımıza. Ondan dedim ya kaç kilo alınırdı o mandalinalar hiç bilmezdim. Herkes yesin, bitirsin diye, ben yavaş yerdim. Çok sık, ardı ardına yemezdim. Ama biten, anneminkileri alırdı çoğunlukla. Annemde kendikilerini pay ederdi adeta. Babamınkiler ne olurdu bilmiyorum. Ama oda bize verirdi bazen.

O erik ağaçlarının ötesi, koca bir bahçe idi. Mülkü bizim değildi ama bahçemize bitişikti. Arada, sonradan açılan o yol olmadan evvel bir çit bile yoktu. Bizde o bahçeye boyumuzu aşan mısırlar ekerdik. Mısırların o güzel püskülleri, saç olur, ahenkle sallanırdı. Toplanan mısırlar, bir koca kazanda kaynatılır, yahut ateşte pişirilir, mahallece yenirdi.
O yol girince araya, o boş araziye ekmedik bir daha. Şimdilerde hala durur. Ekiminden vazgeçince, orası bizim oyun yerimiz oldu. Birgün otların arasında bir şey gözümüze takıldı. Yuvarlak, yeşil bir şeydi. Annem o karpuz demişti. Öyle çıkmıştı, birkaç tane. Ve biz ne yaptık? O küçücük karpuzları koparıp koparıp, içlerini açtık. Velhasıl o karpuzlar hiç büyümedi. Ne yaramazlık değil mi?

Geçenlerde bir kelebek gördüm. Evet evet, sadece bir tane. Biz küçükken, söylemesi ayıp olmasın ama o küçük, narin varlıkları yakalardık. Kibrik kutusuna koyardık. Sonra, hala uçabilenleri, geri salardık. O kanatlarındaki tozlar bulaşırdı elimize. İşte o zaman uçmaları zorlaşırdı. Maksadımız öldürmek değildi onları. Ama niye yakalayıp, salardık bilmiyorum inanın. Belki merak, incelerdik çünkü. Evet, yaptığım en kötü yaramazlık buydu galiba.
Belkide biz azalttık sayılarını. O zamanlar öyle çoktular ki, şimdi sadece bir tane gördüğümü hatırlıyorum bahçede.

Dün 23 Nisan'dı malumunuz. Yeğenim bizdeydi. Evinde olsaydı, stadyumdaki gösterilere götürecekti babası. Ama o bizi -teyzelerini- ve küçük kuzenini seçti.

22 Nisan 2012

3. Antalya Televizyon Ödülleri Sahiplerini Buldu

Gece henüz bitti. Başından itibaren izledim, notlarımı aldım.
Ve ödül alanları açıklamadan, gözüme takılanları aktarayım öncelikle.
"Ben değilim"
Okan Bayülgen adına ödül alan kişi, ödülü alırken böyle dedi. Ve sonrasında başkası adına ödül alan birkaç kişide gülerek "ben değilim" diye sözlerine başlayıp ödülleri aldılar.
Ödül alan erkeklerin çoğunluğu, eşlerine selam ve sevgilerini yollamayı ihmal etmedi.
Gülse Birsel, "birgün kırkbeş dakikalık dizi yapmak istiyorum" dedi. Allah Allah, bir mecburiyet mi var, illa 90 dk.lık olacak diye. Tuhafıma gitti de. Sonra ödül verirken Engin Çağlar da bu konuya değindi. Yine sonrasında ödülü alan Halit Ergenç'de. Böyle bir kural mı varmış. Bilmiyordum açıkcası.
Show içerikli yarışma ödülü katagorisinde Acun'un programları yarışmış cidden. Ve Ona gideceği belli imiş. Yüksel Aytuğ, yanına gidip vereceği için mutlu idi. Uçak biletini bile ayırtmış.
Meral Okay unutulmamıştı. Zaten böyle bir gecede unutulmaması gereken bir isimdi. Kendi adına verilen ödül alınırken çoğunluk gözyaşlarına hakim olamadı.
Behzat Ç. rolü ile ödülü alan Erdal Beşikçioğlu, bence sahnede en çok alkış alan, Meral Okay'dan sonra, kişi idi.
En çok sevinenler de, Elde Var Hayat dizisi oyuncuları oldu. Öyle ki bir tanesi sandalyenin üstüne çıktı.
Ve ve.. Ödül sahiplerinden, en memnun olmadığım ödül sahibi, en iyi drama dizisi olarak ödülü alan Hayat Devam Ediyor dizisi idi. Bence Behzat Ç. almalıydı.

Ödül Alanlar:
Özel Ödüller:
Onur Ödülleri; Faruk Bayhan, Umur Bugay
Jüri Özel Ödülleri; Bay Tahmin programı, Tarık Ünlüoğlu
Onur Boran Özel Ödülü; Beyazıt Öztürk
Toplumsal Sorumluluk Ödülü; Mahsun Kırmızıgül

En İyi Dram Dizisi
Hayat Devam Ediyor

En İyi Gençlik Dizisi
Elde Var Hayat - Sınav

En İyi Dönem Dizisi
Muhteşem Yüzyıl

En İyi Komedi Dizisi
Yalan Dünya

Drama Dizisi En İyi Erkek Oyuncu
Erdal Beşikçioğlu Behzat Ç. Bir Ankara Polisiyesi

Drama Dizisi En İyi Yardımcı Erkek Oyuncu
Hüseyin Avni Danyal Öyle Bir Geçer Zaman Ki

Drama Dizisi En İyi Kadın Oyuncu
Ayça Bingöl Öyle Bir Geçer Zaman Ki

Drama Dizisi En İyi Yardımcı Kadın Oyuncu
Meral Çetinkaya Öyle Bir Geçer Zaman Ki

Drama Dizisi En İyi Yönetmen
Hayat Devam Ediyor Yıldız Hülya Bilban

Drama Dizisi En İyi Senaryo
Muhteşem Yüzyıl Meral Okay

Komedi Dizisi En İyi Erkek Oyuncu
Olgun Şimşek Yalan Dünya

Komedi Dizisi En İyi Yardımcı Erkek Oyuncu
Bartu Küçükçağlayan Yalan Dünya

Komedi Dizisi En İyi Kadın Oyuncu
Demet Evgar 1 Erkek 1 Kadın

Komedi Dizisi En İyi Yardımcı Kadın Oyuncu
Gupse Özay Yalan Dünya

Komedi Dizisi En İyi Yönetmen
Yalan Dünya Jale Atabey Özberk

Komedi Dizisi En İyi Senaryo
Leyla İle Mecnun Burak Aksak

Dizi Film En İyi Görüntü Yönetmeni
Muhteşem Yüzyıl Ercan Özkan

Dizi Film En İyi Sanat Yönetmeni
Muhteşem Yüzyıl Nilüfer Giritlioğlu

Dizi Film En İyi Müzik
Öyle Bir Geçer Zaman Ki Nail Yurtsever, Cem Tuncer

Ana Haber Bülteni Sunucusu
Cem Öğretir - ATV

Çocuk Programı
Pepee TRT Çocuk

Ekonomi Sektör Programı
Finans Cafe CNBC-E

Güncel Sanat Programı
Gece Gündüz NTV

Haber / Tartışma Programı
Haberaktif TV 8

Kadın Programı
Derya’nın Dünyası Kanaltürk TV

Komedi Programı
Koca Kafalar İle Baba Haber Bülteni Kanal D

Kültür İçerikli Program
Üstün Dökmen'le Küçük Şeyler Star TV

Magazin Programı
Show Kulüp Show TV

Sağlık Programı
Doktorum Kanal D

Sohbet Programı
Muhabbet Kralı TV 8

Spor Programı
Bizim Stadyum TV 8

Talk Show / Müzik-Eğlence Programı
Disko Kralı TV 8

Bilgi / Kültür İçerikli Yarışma Programı
Kim Milyoner Olmak İster ATV

Şov İçerikli Yarışma Programı
Survivor Ünlüler-Gönüllüler Show TV

Belgesel
Yüz Karası Değil Ekmek Parası İz TV

20 Nisan 2012

Ölmeden Mezara Koyduklarımız

Şöyle bir düşünün bakalım. Yaptık mı böyle bir şey, yaptık.
Ölmemişlerdi ama öldü dedik.
Düşünsene, biri senin için yahut çok yakının için “öldü” dedikodusu çıkarıyor. Durum öyle bir hal alıyor ki, taziye mesajları almaya bile başlıyorsun.
Bu nasıl bir duygu hali ile ortaya atılır, ben anlamakta zorluk çekiyorum. Kelimelere dökemiyorum.
Birine çok kızarsın da, hani dersin ya “ sen öldün benim için”. Bunu o kişiye, yüzüne söylersin. O ölmüş diye, etrafa yaymazsın. Mesele seninle onun arasındadır ya.
Ee bu öldü dedikodusu nasıl bir düşüncenin meyvesidir ?
Biz, bir değil, birkaç kez öldürdük Onları.

Onlar bizim babamız, dedemiz. Bizi gülümseten iki insan Onlar.
Onlar, Münir Özkul ve Nejat Uygur.
Hastalar, yaşlılar ama hala hayattalar. Onların ölümü, seni beni az biraz üzer. Ama eşini dostunu çocuğunu fazlasıyla üzer. Hele, bu yalan ölüm haberleri. Daha fazla üzer insanı.
Gerçek sanatın, hakiki sanatçıları; Münir Özkul ve Nejat Uygur'a sevgi ve saygılarımla...
Ölmeden hatırlamak, anımsatmak sadece amacım.

Bu resimlere de denk geldim nette.
Rahmetli Gazanfer Özcan'ı da bu vesile anmış olalım.
Erol Günaydın'a da sevgiler, saygılar bizden olsun.

19 Nisan 2012

Dört Yılda Bir Fırça Değişimi

Bilin bakalım bu ne fırçası?
Bir ipucu vereyim. Temizlik için kullanılıyor. Hassas bir temizlik için.
Bilemedin mi? O halde sen kesin, olması gerekene uyuyorsun ve fırçanı 3 ayda bir değiştiriyorsun.

Şimdi bildin mi? Diş fırçasından bahsediyorum.
 Yapılan araştırmanın hazin sonucu bu maalesef. Çoğunluk diş fırçasını 4 yılda bir değiştiriyormuş. Sonraki çalışmalarla bu 3'e, 2'ye inmiş ama yinede durumu kurtarmış gibi görünmüyor değil mi?
Estetik amaçlı diş bakımı yaptığımız, bu yapılan araştırmanın diğer sonuçlarından. Özellikle biz bayanlar bunu yapıyormuşuz. Diş beyazlatma veya cilalama işlemi.
Diş ipini de gerçekten ihtiyaç duyan hergün kullanmalıymış. Haftada bir kullanmak kafi. Üstelik düzgün kullanılmazsa yarardan çok zararı oluyor. Zira dişetlerini zedeleniyor.
Şimdi kaçımız 6 ayda bir diş doktoruna gidiyor ki? 1, belki 2. Belki de 3 kişi çıkar. Ben gidemiyorum. İstiyorum ama hep erteliyorum.
Ama gidilmesi lazım. En azından bakımı yapılır. Diştaşları varsa temizlenir.
Diş doktorları en çok korkulan doktorlardandır. Belki de tek. Dişlerimiz bu kadar hassasken onları ihmal etmek, sadece cahillik. Üstelik onların bakımsızlığı sadece ağzımızı etkilemiyor. Kalp hastalıklarını tetikliyor, diyabeti de, başka hastalıklarıda.
Günde iki kere, sadece 3 dk. fırçalamak yetiyor. Kahvaltıdan sonra ve akşam yatmadan. Fırçalama süresi 2 de olur. Ama az olmasın.

Şimdi... Gülümseyin... :)

18 Nisan 2012

Bir Reklam Molası

Her ne kadar, çok sevdiğimiz bir diziyi, filmi izlerkene zırtt diye araya girseler de, bazen, bazı bazı, onları eğlenceli buluyoruz. Reklamları.
Reklamcılık zor bir zanaat. Ama bu demek değil ki hepsi fevkalâde güzel olacak. Abuk reklamlar da yok değil.
Ama ben, izlerken keyif aldıklarım başta olmak üzere, dikkatimi çekenleri paylaşmak isterim.
Mesela ne zamandır aklımı gurcalar. En son Pamela ile tavan yaptı. Ardından şu Megan da var tabi.
Neden ?
Neden, cips reklamlarında kadın oynatılıyor? Cips erkeklere özgü bir ürün müdür ki? Hemde kadınlara ektra kadınlık katılarak çekiliyor bu reklamlar.
Ben cips yemeyi seven bir bayanım. Şu sıra öylesi reklamları çıktı ki, markette, bakkalda o ürüne bakarken bile yakalanmıyım aman, düşüncesi beliriyor kafamda.
Kola koladır. İçen içer. Artık reklamlar kolayı aile içeceği gibi pazarlamayı hedef almış. Sofralar, mutlu aile profilleri, ve kıral içecek kola. O yoksa o yemeklerin tadı asla ama asla çıkmazz...
Tabi son kola reklamında o koca şişeyi kafaya dikmek, o koca kıza hiç yakışmadı. Ama dikkat ederseniz ki, Bülent Ersoy'u içerken göstermiyor. İçmiş gibi yapıyor sadece. Niye ki acaba?
Şu yoğurt reklamı, işte saçma, absürt denilen reklama en birinci, son örnek.
Bir adam, deli gibi, yoğurt arabasının peşinden koşuyor. Sanki aşerdi kendileri. Karısı aşermiş olsa, bu denli yanayakıla aramaz yoğurt beyefendi. Hele son sahne. Karısı almış mendili, kocasının yüzünü siliyor. Ellerini de yıkamamıştır kesin. Belli direk oturmuş masaya adam.
Keyif aldıklarımı yazacağım dedim ama hep arızaları yazdım.
Şu araba reklamını seviyorum ama. Hala o timsahta gözüm var. O uşakta da. Hani arabasıyla her yere yetişen var ya, o.
Ve şu boya reklamı. Hani Buğra Gülsoy, Zerrin Tekindor, Gupse Özay ve Tülin Şahin'in şarkılı olarak söylediği; hayattan rengini alın, geriye ne kalır ki..
İşte o reklamda, bence Buğra Gülsoy, en güzel söyleyen kişi. Sesi güzel ciddin. Tülin Şahin en beğenmediğim. Gupse Özay'a karşı, şuan ismine doğru mu diye bakarken gördüğüm resimleriyle birlikte, bir gıcıklık kapladı içimi, nedense. İkinci güzel söyleyende Zerrin Tekindor. Yanlış anlaşılmasın, Kuzey Güney dizisine torpilim yok.
Şimdilik aklıma gelenler bunlar.
Nokta-lı virgül...

17 Nisan 2012

3. Antalya Televizyon Ödülleri

İlkini duymuştum da ikinciyi gözden kaçırmışım ben. Herhalde medyada çok yer almadığı için diye düşünüyorum.

20 – 21 Nisan 2012 tarihleri arasında yapılacak ödül töreni, internet sitesinde yazılana göre baya heyecanla bekleniyormuş.
Ama ben hiç öyle bir izlenim görmedim. Ayrıca okumadım da.
Geçen bir köşe yazarı yazmış; Antalyalının haberi bile yokmuş neredeyse ödül gecesinden. Niye? Çünkü gecenin olacağı otel, taaa Antalya'nın ayak basılmadık yerlerindeymiş neredeyse.
Ve en önemli hususda ödül çeşitlerinin bolluğu. Şöyle bir baktım da, harbi baya çok. Ödül katagorisine ve adaylara burdan ulaşabilirsiniz.
Okuduğum yazıda Ay Yapım'ın etkinlikten çekildiğide yazıyordu. Baktım aday listesinde Kuzey Güney dizisi yok. Malum, dizi Ayyapımın. Üzüldüm. Olsaydı eminim birçok ödül alırdı.
Bilmiyorum ben mi gözden kaçırdım, ama ciddi ciddi, fazla konuşulmuyor bu Tv ödülleri. Beklenen ilgi yok gibi. Ya da bana öyle geliyor.

Eve Düşen Yıldırım Değil Şimşek

şimşek çaktı beynimde.”
 Aha işte bu olaydır sadece olan. Çakan bir şimşektir. Ama o ışığı görmeyen, yıldırım der.
 Sadece yıldırımı görür.
 Çok bilimsel oldu galiba.
 Ben sadece şu yeni diziden bahsediyorum. Şu çarpık aile ilişkileri olduğu için, lafı çok edilen dizi.

Eve düşen yıldırım.
 Adına göre, bence, suç eve gelen kızdaymış gibi lanse ediliyor.
 Halbuki kız, benim gördüğüm kadarı ile bir şey yapmıyor. Adamlar, lütfen af buyurun bu laf için, azmışlar. Sanki hayatlarında ilk kez kız görüyorlar. Hele o Namık. Resmen sapık. Eni konu öyle yani. Karşındaki kız, sana abi diyor, senin aklından neler geçiyor. Kardeşi desen, başka alem zaten.
 Namık'ın sapık arkadaşı da var. Muazzez'i hangi ara görmüş, cebini almış. Bir de parti diye çağırmış, yanına kendi gibi sapık birini almış. Guya kızları tekne turuna çıkarmışlar. Adı da parti. Peeehhh....

Diziyi takip etmiyorum. Haftasonu tekrarına, ekranda bişey olmadığı için bakıyorum öyle. Benim anladıklarım bunlar arkadaş. Ha, kız bir şey yapıyor diyebilirsiniz, ama onların hemen atlaması, bence yine, sadece, sapıklıktır.

16 Nisan 2012

Alaca-Bulaca-Karanlık

Oda darmadağın. Doğruluyorum yatağın içinde. Perdeden sızan ışık gözümü alıyor. Çıldırıyorum.
hayırr.. hayırr..”
giriyorum yine yorganın altına. Sesler geliyor. Tıkırtılar. Evet , evet duyuyorum. Bir hışım kalkıyorum ama korkudan gözlerim fıldır fıldır. İyi de evde benden başkası yok. Dışarıdan, arka sokaklardan mı geliyor. Hayır ses evin içinde. Bir titreme giriyor içime. Sonra ağzımda bir garip tat hissediyorum.
Gözüm ellerime takılıyor. Sonra üstüme. Aman Allahım, bu kan. Evet kan. Ne oldu ki böyle. Ya sesler? Çıldıracak gibiyim. Kalkıyorum yataktan. Aynanın karşısında kendime bakıyorum.
hayırr.. olamaz..” bu ben değilim. Saçlarım darmadağın, birbirine girmiş. Üstüm kanlı ve parçalanmış halde. Birden gözüm takılıyor yerde dolaşan bir şeye. Bir fare mi o ? “imdattt... “ koşuyorum yatağa. Saat kaç? Ben nerdeyim? Birden yine o tuhaf tadı hissediyorum, acıktım.
Ellerimin arasına alıyorum kafamı. Başlıyorum sallanmaya. Sanki uçurumun kenarında duruyorum. Gözlerim bir açık bir kapalı. Aklım gidip geliyor. Ses... Yine o sesler. Kaldırıyorum kafamı, fare bana bakıyor kapıdan. Gülüyor mu ne? Allahım, ne oldu bana?
Ben iffetli ama umutsuz bir kadınım sadece. Bağırıyorum çığlık çığlığa. Ayna kırılıyor. Fare bir delik bulup saklanıyor. Hala ve yine bağırıyorum. Eyvah, çocuklar duymasın. Ne çocuğu, benim çocuğum yok ki.. kocam bile yok. Peki o sesler. Yine başladı. Ellerimin içine işlediğini hissediyorum kanın. Tırnaklarımdan çıkmayacak bir daha. Hep saklayarak yaşacağım bu ellerimi. Koparmak, etlerimi didik didik etmek istiyorum. Sallanıyorum yine. İyi geliyor sallanmak. Saat... Zaman öyle bir geçiyor ki... Hayır, yalan. Geçmiyor. Geçmemiş. Kin ve öfkeyle bakıyorum, kırılıyor. Ne suçu var Fatmagül'ün, saatin, zamanın...
üşüyorum. Üşüyorum... güneş. Dışarıda güneş var. ben üşüyorum. Fare.. yine çıkmış ortaya. O an yine acıktığımı hissediyorum. Koşup elime alıyorum fareyi.. Aaaa... Ne yapıyorum ben. Fırlatıyorum camdan, camdan sekip üstüme geliyor fare. Ağzını açmış, dişleri kocaman. “ hayırrr... olamaz... “
yatağıma koşuyorum. Orası mahsenim. Cam açılıyor, rüzgar giriyor, etrafta ne varsa uçuyor havada. Uğultu.. Kulaklarımı rahatsız eden bir uğultu var. bakıyorum, cam kapalı. Heryer alacakaranlık. Doğu batı, kuzey güney... tüm rüzgarlar karışmış sanki. Bir ben yatağımda uçmuyorum.
Sesler.. Yine sesler geliyor. Bağırıyorum; imdattt... İmdaaattt... yardım edin.. ağlıyorum. Deli gibi. Bağıra bağıra ağlıyorum. Çığlıklar atıyorum. Yine o tuhaf tat. Tuzlu gözyaşımla karışıyor ağzımda. Elime tükürüyorum. Kan...
sesler. Kapı sesi. Biri kapıyı çalıyor. Bakıyorum, kapı yok. Gidiyorum... gidiyorum.. ayağım kayıyor. Donkk.. kafamı bir şeye çarpıyorum. ...
çok acıyor. Ovuşturuyorum acıyan yeri. Acıyı hissetmek hoşuma gidiyor. Sonra farkediyorum ki, gözüm kapalı. Açıyorum. Karşımda annem babam.. onların odaya girmişim. Babam;
kızım yine mi o abuk sabuk filmleri dizileri izledin sen... “

Olmak Yada Olmamak... Bütün Mesele Mim.

Haftasonu nete pek bakmıyorum. Malum kış mevsimindeydik. Ne alaka? Bizim evin kışın sadece bir odası yazdır, o bakımdan. Üşümemek, üşütmemek adına netten uzak dururum. Bu haftasonu hava iyi olsada bizim net bağlantısı, parçalı bulutlu idi. Artık modem mi yedi kafayı, telefonla beraber bilemiyoruz. Yetkilileri aramayı de hep erteliyoruz.
Uzun lafın kısası, sevgili huyum kurusun, beni yine mimlemiş.Yine derken, memnuniyetsizlik anlaşılmasın. Hatırlaması hoşuma gidiyor.
Mim olmak ya da olmamak ile ilgili. Yani benim verdiğim isim bu. Şöyle baktım da zaten herkes değişik ad vermiş bu mim'e.
Ve gelelim mim'lere.
  1. Yemek olsam ne yemeği olurdum? Yemek... Bazen tatlı, bazen tuzluyum. Bazen acıyımdır biraz. Bir yemek nasıl böyle olur, bilmiyorum. Gerçi bir yemek sayılmaz ama salata olabilirim. Kişiye özel menu imkanı. Tam benlik. (:
  2. Müzik aleti olsam hangisi olurdum? Hımm.. Piyano çalmak hep içimde kalmıştır benim. O yüzden hiç olmazsa çalan beni çalsın, ben olayım piyano.
  3. Araba olsam hangisi olurdum? Şu reklamında sevgilisine timsah alan çocuk var ya, işte onun arabası olurdum. Bakınız işte burdaa...
  4. Aylardan hangisi olurdum? Nisan... Neden mi? Ne zaman yağmurlu, ne zaman güneşli belli değil. Yağsa bile insanları o kadar çileden çıkartmıyor. Seviyorlar hatta. Güneşine herkes aldanıyor.
  5. Ayakkabı olsam hangisi olurdum? Ayakkabılarla pek ilgim yok. Rahatıma bakarım. Marka takıntım yok. Hem klasik, hem spor takılırım. Bilemedim. Ama olmuşken, balerin ayakkabısı olayım bari. Yoksa onun adı bale ayakkabısı mı? :)
  6. Kıyafet olsam hangisi olurdum? Kıyafetlerde de rahatlığı seven biriyim. Ben ne rahat düşkünü biriyim öyle. Elbise olurdum. Şöyle rahat, spor tarzı bir şey. Beyaz renkte mesela...
  7. Renk olsam hangisi olurdum? Hep sevdiğim, hoşlandığım şeylerden yola çıktım madem, renk olarak da sevdiğim olsun. Kahverengi. Seviyorum bu rengi, asil, sade, şık bir renk. Neredeyse herşeye uyumlu.
  8. Hayvan olsam hangisi olurdum? Hayvan mı? Ne alaka yahuu... İçimizdeki yahşi hayvan uyanmasın şimdi. Bukelamun olabilirim. Niye? Ortama uyum sağlıyor, daha ne olsun. :)
  9. Şu an okuduğum kitabın 137. sayfasında neler var? Aaa... Kitap mı? Kitap nerden çıktı şimdi? Okumadığım çıkacak ortaya, iyi mi.. Şaka şaka. Yani pek sayılmaz. Mesela birkaç gün evvel olsaydı, öyle olacaktı ama şuan, okuduğum, okumaya çalıştığım bir kitabım var, elimin altında. Tobie Lolness, serinin ilk kitabı. Aslında biraz çocuk kitabı. Ama öyküsü güzelmiş okuduğum kadarıyla. Şimdi bakalım ne varmış 137'de. De, ya bilmediğim bir noktada cevap niteliğindeyse orası.                                                       “bu düşünce zehirli ok gibi saplandı bağrına. Ve gerisingeri döndü...” Sayfanın son cümlesi. Hoşuma gitti.

Ve bir mim daha burada nihayet bulur. Kimseyi mimlemiyorum. Kimse kalmamıştır zati.

13 Nisan 2012

Paraskevidekatriaphobia

Bu nee?
Bu 13.cuma korkusunun adı.
Aslında bu yazım, bu ayın 13.yazısı olmalıydı ki, tam süper olurdu. Halbuki günlerdir bu yazıyı yazmayı bekliyorum ben. Ama işte, o ayrıntı şimdi gözüme takıldı. Yazık oldu sülümanefendiye...

Nette 13.cuma ile ilgili bir şeyler bakındım.
Hep filmleri çıktı bana. Ne çok çekilmiş öyle.
Sonra, nedir, ne değildir diye arattım, bir şeyler çıktı karşıma.
Mesela, en ilginci olan, başlıkta yazdığım kelime.
Paraskevidekatriaphobia; cuma korkusu, 13 rakamı ve fobi kelimelerinin birleşkesinden oluşuyormuş. Bunu dili dönüp söyleyebilen var mı ki acep? Varsa sesini kaydedip bana ulaştırsın bi zahmet.
13.cuma uğursuzluğunun çeşitli tarihleri mevcutmuş. Ve değişik dinlerde de bu inanış varmış. Mesela okuduğum yazıda, bazı şehirlerde, 13.kat yokmuş, sokaklarda 13 numara olmazmış falan.
Ve insanın kör talihi olabilecek bir ayrıntı. Adınız. Eğer adınız 13 harf ise yandınız. Şeytan sizle birlikmiş. Ya da öyle bir şey işte. Özetle vay halinize. Filmlerde bu ayrıntıyı kullanmayı ihmal etmemişler.
En son sanırım 2009 Kasım ayında denk gelmiş 13 cuma. Okuduğum yazıda bir daha 2015 de denk gelecek diye yazıyordu. Ama gelin görün ki yıl 2012 ve şuan 13.cuma.
Hesaplar tutmamış. Yoksa bu bir işaret mi ? Çıkarın kılıçları, savulun... Kıyamet geliyorr...

12 Nisan 2012

Her Eve Bir Tesisatçı

her eve lazım” diye bir laf vardır. Ve bencede her eve tesisattan, bozulan, arızalan eşyaları en kötüsünden kurcalamak için, bir tesisatçı lazımdır.
 Dün, birkaç gündür akıtmayı baya ilerleten musluğun yerine yeni musluğu taktırdık. Toplamda 20 lira gitti. 10 lira musluk ücreti, diğer 10 lirada 2dk.da değiştirmenin emek parası.
Bence çok para. Hani ben cimriyim ya. Aslında boşa gitmiş bir para değil. Ama insan -ben-, hani böyle 2dk.da yapıldığını görünce, bu muydu ya diyor.
Eskiden bu gibi, özellikle musluk, tamir işlerini babam yapardı. Ama artık yaşlandı adamcağız. Göz tansiyonundan dolayı bir gözü görmüyor. Hemen yeri gelmişken de belirteyim. Siz siz olun, göz rahatsızlığınızı, göz tansiyonunu ciddiye alın. Benim babam, doktor sevmez biri idi. Neticede de geç kaldı.
Evet, küçük hatırlatmadan sonra konumuza dönelim.
Diyorum ki, şöyle ev hanımlarına özel, böyle basit tamir işlerini, tesisat işlerini öğretecek bir kurs olsa. Kendi işimizi kendimiz yapsak, güzel olmaz mı?
Camımızı kendimiz siliyoruz, yanmış ampulleri kendimiz değiştiriyoruz. Ee damlatan bir musluğu da değiştiremez miyiz biz? Bence yaparız. Dün gördüm, hiç de öyle zor değilmiş. Hadi tek başına son hamle döndürmeyi başaramadın, biri ile birlikte çevirirsin. Olma mı? Olabilir pekala.
Sözün özü, evde bu gibi tamirat işlerinden anlayan biri olmalı. Olmalı yani.

Muhtarlıklar Şehirde Kalkıyor - mu

Muhtarlığa yılda kaç kez gidersiniz? Belki bir kere, belki de hiç. Muhtarınızı bile tanımıyorsunuz belkide.
Ama muhtarlığa bir kez gidip, orda biraz zaman geçirince, öyle çok kişinin geldiğini göreceksiniz ki. Hem öyle sadece evrak almak içinde gelmiyor vatandaş muhtarına.

Kimisi sırf, kapısından geçiyorken selam vermek için uğrar.
Bazısı, bir derdi vardır. Derman aramaya ilk muhtarının kapısına
gider.
İş, aş, kiralık ev yahut ne bilim kiracı bulmak için gelir. Ölmüştür belki bir yakını, eşi de, ne yapmak lazım şimdi, nerelere gitmeli diye, muhtarına danışır.
Kocasıyla kavga etmiştir de, arabulucu olsun diye gelir muhtarına.
Ya da oğlu/kızı biriyle evlenmek istiyordur, kimdir necidir araştırmaya ilk muhtara gider.

Muhtar bilir derler. Devlet bile, bazı hususlarda sorar muhtara, tanır mısın bu vatandaşı diye.
Evrak yükü azaltılmaya çalışılıyor. Ama azalsa da bitmedi bu bürakrasi. Mesela, kimliğiniz mi kayboldu ya da çocuğunuzun kimliğine resim mi koydurulacak, ilk başvuru adresiniz hala muhtarlıklardır.
Hala bazı devlet evraklarında muhtar onayı lazımdır. Örneğin; yeni çıkan şu genel sağlık sigorta işlemlerinin bazısında, tarım sigortası ve asker maaşı işlemlerinde.
Ama gelin görün ki, aynı devlet, artık muhtarların işi bitti diyormuş. Fazla işlevleri kalmadığını belirtmiş. Amma şehir muhtarlarının, köy muhtarlarının değil. Onları ayrı tutuyorlar.
Halbuki benim yukarıda anlattıklarım şehir muhtarlıklarında hergün olan şeyler neredeyse.
Kimi vatandaş için muhtarlıkların bir anlamı yoktur. Şimdiye kadar hiç işi düşmemiştir. Olsun olmasın hiç fark etmez onun için.
Ama kimisi vardır ki, ayda en az bir kez uğrar. İşi düşer ister istemez. Muhtarını bulamadığı zaman işi rastgitmez.
Ben şunu biliyorum; vatandaş dara düşünce, en basiti aklına bir şey takılmışsa, en yakınına, olmadı muhtarına gidip soruyor. Onun için olmaması büyük noksanlık, kayıptır.
Devletin yeni düzenlemesi, muhtarların işini kaymakamlığa ve belediyeye vermeyi içeriyor. Halbuki vatandaş, onlara gitmek için, önce muhtarına gidiyordu. Çünkü muhtar, mahallesinden biri idi, onun komşusuydu, ona yakın biriydi. Ve belediyeler her mahalleye yakın olmaz değil mi? Vatandaşın, muhtarı ilk uğrak yeri olarak seçme nedeni de bu yakınlıktır işte.
Son olarak belirtmek isterim ki, muhtarlık maaşı sanıldığı kadar yüksek değildir. Ortalama 350 T.L.dir.

10 Nisan 2012

Takipçinin Takipçisi Olmak

Sosyal ağlar. Pek de sosyal olmayan yaşamlar. Ama bunu pek ala yalan çıkaranlarda yok değil. Mesela facebookta bir buluşma ayarlayan biri. Ya da twitterda yeni çıkan filmi görüp giden insan. Böyleleri yok değil.
Benim meselem, sosyal medyada sosyal olup olmamak değil.

Facebook ve twitter arasındaki fark. Belki önceden farkedildi de benim haberim yok. Neysee...


Facede biri seni, sen birini arkadaş olarak kabul ettiğinde otomatik olarak birbirinizin bilgi ve son durum güncellemelerine ulaşabiliyorsun.

Yani sayı eşit olarak artıyor.

Tivitır ise öyle değil. Üstelik orda arkadaşın yok. Takipçin var. Ve olay takip etmekle bitmiyor. Yani senin her takip ettiğin, seni takip etmiyor. Yok böyle bir zorunluluğu çünkü. Sen onu görüyorsun da, o seni görmüyor. Görmek istemiyor da olabilir.

İşte bu noktada bazıları şunu düşünüyor. Beni takip etmeyeni ben niye takip edeyim. Hadi be oradan, etmiyorum işte seni takip, ne halin varsa gör, tarzı bir şey diyerekten, herşey karşılıklı diye düşünerekten seni takip listesinden hopp.. siliyor.

Bu tarz uygulama aslında facede sayfalarda geçerli. Beğenilen sayfa seni görmüyor. Sen onu görüyorsun.

Seçme kısmı sınırlı. Sen, seni takip edeni, takip etme yahut beğenmeme lüksüne sahip iken, kendini kimlerin takip edeceği, beğeneceği hususunda söz sahibi olamıyorsun.

Face bu sebeple olaya arkadaşlık demiş olmalı. Çünkü arkadaşlık olayı sen izin verirsen gerçekleşiyor.

Belkide ünlülerin Twitter seçme nedeni bu. İsteyen onu takip etsin. Ama kimmiş, ne yapmış, ne etmiş bilmek zorunda değil. Kabul etme, etmeme derdine düşmüyor. Herşey tek taraflı, tıpkı normal seyrinde olduğu gibi. Hayranın seni takip ediyor. Senin takipçilerin çoğalıyor o kadar.

Kral Müzik Ödülleri

Ödül gecelerine merakım vardır. Kim ne almış, alırken ne demiş, ne dememiş merak ederim. 
Hele birde uzun soluklu olurlarsa.
Kral Tv müzik ödülleri gibi mesela.
Bu yıl 18.cisi düzenleniyor. 
Daha yenilikçi haliyle. Mesela bu yıl, aday adayları oylama imkanı da sunulmuş. Ama o süre doldu. Artık adaylar yarışıyor. 
Alttaki linkte aday listesine ulaşabilir.
Geçen seneki 17. Kral Müzik ödüllerine Tarkan imza atmıştı. Sürpriz bir şekilde çıkmıştı sahneye. 
Ve hatırlamak istemediğim ama hatırladığım bir sahne var. Tarkan sahnedeyken, Tuğba Ekinci birden ortaya çıkıvermiş, Tarkan'a neden okul yaptırmadığını sormuştu. Ama biliyoruz ki maksat, amaç, okul değildi, kendisi idi. Giymeye çalıştığı, daha doğrusu giydiğini düşündüğü o elbisesinin, nerelerini kapamadığını göstermek olduğu bariz ortada idi.
Bakalım 18. Kral müzik ödülleri gecesi, kimlere kazandıracak, kimler kazanacak. Kimler kazandığını düşünecek. Ödülleri kim kapacak.
 30 Nisan 2012 pazartesi gecesi öğreneceğiz.

Aday Listesi için: kralmuzikodulleri 

Düzeltme: oylama, sadece aday adayları içinmiş. Şuan oylama yok. Yanlış bilgi için özür. Ben yanlış anlamışım.

9 Nisan 2012

Meral Okay Artık Yokmuş

Yeditepe İstanbul
İkinci Bahar.
Onlarda, orda bir kadın vardı.
Bilirsiniz o kadını. Görseniz tanırsınız. Ve o asık, sinirli yüzüne rağmen, seversinizde.
Ben sevmiştim.
Tek başına, kadın başına, ayakta kalmayı başarmış biriydi O.
Erkeklere kök söktüren ama öyle cilvesi, nazıyla değil. Yaptığı işlerle.
İşte böylesi bir karaktere hayat vermiş bir kadındı Meral Okay.
Hayatımıza Asmalı konağı sokan da oydu. Sonrasında gelen ağalı, paşalı dizilerin ilham kaynağı oldu. Ama hiçbiri bir konak olmadı.
Hikayelerinde hep, bir başına kalmış kadınlar vardı. Ama savaşçı kadınlardı Onlar. Kadınlardı, ama çaresiz değillerdi.
Havva ana, Olcay, Hanım, Sümbül Sultan, kasap Melahat.
....
Günlerden bugün gelir. Ve o kadınların anası, hayata artık veda etmiştir.
Allah rahmet eylesin.
İlk gördüğümde, yalandır, yalan haberdir demiştim ama, değilmiş.
Meral Okay vefat etmiş.

Pazar Günü Sendromu

Pazartesi sendromu da neymiş.. Pehhh.. Bende pazar sendromu var. Naa'bberr..
Diyerekten caka satma derdindeyim.
İşin şakası bir yana bende ciddi ciddi, pazar günü ile alakalı bir sorun var. Ya sevmiyorum yahut o beni sevmiyor.
Öyle depresif haller, can sıkıntıları, uyku halleri, mızmızlıklar, tembellikler... Daha say say yani.
Böyle içime bir şey oturuyor sabahtan, akşama kadar tüm ağırlığını üstüme veriyor. Bende öylece kalakalıyorum. Hiçbirşey yapamıyorum.
Cumartesi bişey yok, ama pazar sabahı, kendimi hiçbir işe odaklayamıyorum. Evden çık, dolaş. Hava güzel. Ama yok, gelmiyor içimden. Cezbetmiyor beni dolaşma fikri, aksine yoruyor. Bir acayip üşengeçlik kaplıyor bedenimi.
Bir banyo yap kendine gelirsin, yok, onuda beceremiyorum... Sudan resmen, uyuzlu gibi kaçasım geliyor.
An geliyor iştahım kabarıyor. Ama çoğu vakitler, gün içinde hiçbirşey yemeden akşamı ediyorum. Yediğimden tat almıyorum.
Akşam oluyor, yarın işe gideceğim, düşüncesi beni bir hoş yapıyor. İyi yönde değil bu hoşluk. Ne giysem diye düşünüyorum. Ama kalkıp, ne giyeceğimi ayarlamıyorum. Üşeniyorum. Kafamda kuruyorum, tamam diyorum, yarın olmadı bakarım bişeyler. Erken kalkarım biraz.
Kahvaltı zamanı, gün olmuş pazartesi. Ama iştah yok tabi.
Pehhh... Neymiş ki pazartesi sendromu.
Bende pazar günü sendromu var. ... Değil mi daktır beyy...

6 Nisan 2012

10 Nisan Polis Haftası

Polisler.
Onları severiz de, nefrette ederiz.
Herdaim gözde olan mesleklerin başında yer alır polislik.
Korkarız ama güveniriz de onlara.
Başımıza bir iş gelse ilk onlar gelir akla.
İyi polis, kötü polis gerçeği vardır. O iyiler herkese iyidir de o kötü polis hep kötülere kötü olsa deriz. Polisliğini zorbalık için kullananlar da maalesef yok değil. Varlar. Ama onları bizler teşhir ederek, ayıklayabiliriz.
Toplum destekli polis şubeleri kuruldu. Vatandaş ve polis elele. Vatandaşın yanında, sizin için, bizim için varlar. Aradaki o kopmuş bağı, güvensizliği yok etmek amaç. Kimse kendince polislik etmesin diye. Derler ya “polise güvenmeyeceksin de kime güveneceksin.” işte bunu yok etmeyi amaçlıyorlar.
10 Nisan polis haftası, tam 167 yıldır kutlanmakta.
Polis haftası dahilinde bir dizi etkinlikler yapılıyor. Afişler hazırlanıyor.
Kutlu olsun tüm polislerin haftası.

Son söz;
Polis asker kadar disiplinli, hukukçu kadar hukuk adamı, bir anne kadar şefkatli olmalıdır.

5 Nisan 2012

Blogger Yeni Yüzü

Ben sevmedim sevemedim, be karagözlümm... diye uzatasım geldi.
Ama dün geçtim. "Şimdi Yeni Sürüme Geçin" yazısına tıklayaraktan. Ama yapamadım. Bendeki ya eski kafalılık, yada beceriksizlik.
Şu halleri bana daha basit ve kolay geliyor..





Ya size... ?
Var mı benden başka eskiyi seven ?

Zil Çalınca

O, 40 dakikalık ders bitmiş ve artık mola zamanıdır. Günün en kıymetli anları. O, 5 dakikalar. Teneffüsler.
 Okul hayatı; eğitici de oluyor, öğretici de. Eğlenceli olur ama sıkıcı da olabilir pek ala.
 İşte bunu anlatan eğlenceli ve keyifli bir dizi bence Zil Çalınca.



Oyuncu kadrosuna bakarsanız, eminim çoğunu tanıyacaksınız. Onlar dizilerin, pek de konuşmayan, arka planda bırakılan çocuk oyuncuları. Artık büyümüşlerde kendi dizilerini yapıyorlar.

Dizi için nette bakındım. Kimileri Amerikan özentisi demiş. Söyler misiniz bana, şuan hangi işimiz özenti değil. Bunu diyenler oturup güzelim filmden çakma olan Suskunları izliyordur kesin. Öyle ya, onda dram var, acıdasyon var bol bol. Bu diziyi izleyip ne yapacak. Anca eleştirir.

Evet Amerikan özentisi bende de var. Niye mi? Niye bizde şöyle gençlerin ama cidden gençlerin oynadığı bir gençlik dizisi olmuyor. Yeni yüzler, yeni yeteneklerden oluşan. Abartısız bir konu ile. Amerika yapıyor. Peki o zaman neymiş... Biz özenti değilmişiz. Çünkü yapmıyoruz. Yapamıyoruz...

Gelelim asıl mevzumuza. Zil Çalınca dizisi, Disney Channel kanalında, 23 Nisan günü, saat 15.de başlayacak.
Ben gibi, böyle bir diziyi merak edenlere duyrulur.

Oyuncu kadrosu; Fıratcan Aydın - Cihan Şimşek- Berkay Mercan - Emir Çalıkkocaoğlu - Aylin Üskaya - Lorin Merhart - Yağmur Yılmaz - Miray Daner - Elif Ceren Balıkçı - Merve Hazer

4 Nisan 2012

Doğa İçin Çal


Onlar doğa için müzik yapıyor. Çünkü müzik evrensel. Herkesin anladığı bir dili var. Herkes müzik dinler.

Doğa için çalıyor, doğa için söylüyorlar. Doğa için birlik oluyorlar.

Bende doğa için, onlardan, az biraz bahsetmişim, çok mu...

Videoyu direk eklemek yerine -daha doğrusu beceremediğimden- aşağıda verdiğim linke tıklarsanız şayet, hem son hazırlanan videoyu, hem kimmiş bunlar diye bakmanız için, web sitelerini görebilirsiniz.



3 Nisan 2012

Tv Gündüz Kuşağı Programları

Haftaiçi evdesiniz.
Yapacak olduğunuz ev işlerini yaptınız. Ve şimdi oturup dinlenme vakti.
Peki evde boş boş oturulur da Tv izlenmez mi? İzlenir elbet.
Ama şu nokta var. Ne izleyeceksin bakalım?
İzlenecek ne var ki gündüz kuşaklarında?
Ya cinayet çözeceksiniz oturup, kafayı acaba kim yaptı diye düşüncelerle yoracaksınız. Ki bunu sabahın erken saatlerinde, belki de kahvaltı esnasında yapacaksınız. Çok lazımmış gibi. O saatte o program çokda lazımmış gibi.
Ya da millete koca bulacaksınız. Hem de günün her saatinde. Maaşaallah kanallara gün içinde serpilmişler. Biri bitiyor diğeri başlıyor. Kurtuluş yok.
Yahut, ki bu da yeni çıktı. Öğle vakti, eksikliğini çok hissettiğimiz, dram dolu hayatların öyküsü yer alır Tv ekranlarında. Gel de yemek ye şimdi. Dramdan trajediden reyting koparmaya çalışıyorlar. Sanki bir faydaları oluyor o insanlara. Hiç sanmıyorum.
Eskiden her kanalda bir sabah programı vardı. Allah'tan yoklar artık. Yani en azından azaldılar. Ama yerine başka işe yaramazlar geldi.
Şöyle bakıyorsun da, gündüz vakti izlenecek hiç.. bir şey yok Tvde.
İnsan bir sinema filmi çıkarır. Yahut ne bilim, şöyle draması az, ağlaksız, küfürsüz ve ilginç bir şey yapıp çıkarır.
Evde olmak yanlış mı ? Hata mı yani.
Ama ben çözümü buldum. Haber kanalı izliyorum.
Bu arada ben evde değilim ama Tv izleyebiliyorum.

2 Nisan 2012

Senin Sevdiğini Başkası da Seviyorsa !

Aslında öyle,  "aaa.." diyecek bir şey yok ortada. Normal bir durum. Sadece, kişi böyle birden duyunca afallıyor. Nasıl yani, nasıl olur gibisinden.

Öyle ya, bir insanın dünyada sadece bir seveni yoktur. Öyle olsa idi, vay halimize. Oldu ki o öldü, gitti. Kalan ne olacak bir başına.

Benim demek istediğim bu değil esasında.

Senin sevdiğini başkası da sevebilir. Evet... Ve senin sevdiğin, seni değil, o bir başkasını da seviyor olabilir. Olmayacak şey değil. Sevgi her zaman karşılık bulmaz. Yani en azından senin istediğin şekliyle bulmaz.

İşte o zaman, o başkası sen oluverirsin. Durum döner tersine. Sensindir başkasının sevdiğini seven diğer kişi. Sana göre, bir senken seven, başkası oluvermişsin birden.

İşte bunu hazmetmek lazım. Anlamak lazım. Mesele sevmek değil, sevginin karşılığı var mı ona bakmak asıl mesele.

Şayet yoksa karşılığı, bunu dünyanın sonu gibi görmemek asıl mesele. Çünkü dedim ya, bir insanın sadece bir seveni yoktur. Sende bulursun seni seveni. Sevenleri... Artık hangisi sevdiğin olur sana kalmış. Ve sende olursun başkasının sevdiği...

Keşke 30 Olsam... Mı Acaba ?

Şimdilerde sonu böyle oldu.

Keşke 30 olsam diye film var. Filmde daha 10.yaşın başlarındaki küçük kızımız, 30 yaşında olmayı hayal ediyor. Ve oluyor da, inanılmaz bir şekilde. Ama bedenen, ruhen değil.

İşte belki de sorun orda oluyor. Asıl mesele bu. Bedenin bir bakmışsın 30 oluvermiş ya, ruh ise daha karanlıktan korkan bir çocuk. Oyun peşinde hala. Ama çocukça oyunlar.

Çelişki işte bu noktada başlıyor.

Derler ya ruhun genç olsun. Gençliği geçtim de ruhun belli zaman sonra hala çocuk kalması bence büyük bir sorun.

İlk başta bedenin büyümesine alışamıyor insan. Kendimden biliyorum. Şöyle içinden kocaman bir “yuhhh...” çekiyor insan. Ben 30 mu olacağım şimdi diyorum içimden.

Şimdi sanmayın bu ruh, çocuk ruhu. Aslında değil. Biraz karışık. Büyük olmaya alışık değil. Belki de evin en küçüğü olmaktan dolayı. Bana göre 30 büyük bir yaş. Velhasıl bünye hazır değil. Hazırlamadı kendini daha. Ama işte zaman demiyor ki, bak bu şahsımuhterem daha hazır değilmiş, az biraz yavaştan alalım zamanı. Demiyor yani. Zırtt geçiyor.

İşte bende bu konuda yalnız mıyım değil miyim diye meraktan konuyu ankete taşıdım.

Bakalım bakalım, kaç kişi ben gibi. Ya da yalnız mıyım bir bileyim..