31 Mayıs 2013

Ayakkabısız Kadın.


Toplantıya yetişmek için erken çıktığım iyi olmuş. Yoksa bu deli gibi yağan yağmurla felç olan trafikte yetişmek imkansız olacaktı. Geç kalmasam bile ıslanacaktım yok yere.
Ben şanslı idim, yağmur çok bastırmadan gelebilmiştim. Toplantı odasında, kapıdan geleni rahatça görebileceğim bir yere yerleştim. İnsanları gözlemleyerek zamanı geçiriyordum.
Gelenlerin çoğu aniden yağan yağmura fena kızmıştı. Yüzleri asık insanlarla dolmuştu oda. Derken, O, kapıdan göründü. Her gelen asık suratlı, çatık kaşlı iken, O, gülümsüyordu. O'nu gördüğüm an, içim serinledi. Mutlu oldum. Halbuki hiç tanımıyordum bile. İlk kez gördüğüm bu kadın, gülüşüyle benim o sıkıcı dünyamı aydınlaşmıştı işte.
Sonra birden, herkesin O'na bakıp, fısıltıyla konuştuğunu farkettim. Demek ki herkesin dikkatini çekmişti o gülüşü ile. Yoksa kılığı ve kıyafeti hiç abartılı değil, aksine gayet sade ve şık idi. Saçlarını salmıştı. Belki o ayrıntıya takılmışlardır. Resmi bir toplantıya, saçlarını toplamamış olarak gelmesini yadırgamış olabilirlerdi. Oysa bana göre, öyle güzel yakışmıştı ki.
Toplantı bitti, herkes dağılıyordu. Ben hala O'nu gözlüyordum. Dışarı çıkarken bir selam verme planları yapıyordum kendimce. 
O çıktı, bende peşine yol aldım. Tam ağzımı açıp selam verecekken, yanına biri geldi. Çok sinirli görünüyordu. Ve bağırarak konuşuyordu. Bu ne hal, nasıl böyle dolaşabilirsin, gibi laflar ediyordu kıza. Afallamış bir halde idim. Kızcağız ise, ona bağırmamasını söylüyordu. Gayet sakindi ve hala gülümsüyordu. O'na bağıran adam, bu umursamaz çocukça hareketlerinden bıktım dedi, son olarak. 
Kız, elini uzatıp bir şey diyecekken adam onun elini itti. Beklemediği bir hareket olduğundan dengesini kaybetti. Elindeki dosyalar düştü yere. Bense gayri ihtiyari hemen almak için yanına koştum. İşte o an, yerden dosyaları alırken, tüm bu yaşananların, toplantıdaki o fısıltılı konuşmaların nedenini anladım. Kadının ayağında ayakkabı yoktu. Sadece çorap vardı ayağında. Hemde çiçek desenli, şu kısa çoraplardan. O'da bunu gördüğümü farketti ve gözlerimiz ilk kez kesişti an, bana gülümsüyordu. Bende gülümsedim O'na. Dosyalarını uzattım. O sırada yanındaki adam da söylene söylene gitmişti.
Çoraplarınız çok güzel dedim, kulağına eğilip sessizce. Gülerek bende çok beğendim. Ama sanki kıyafetime uymadı gibi, dedi.
Sonrasında yağmurda ayakkabıların ıslandığını söyledi. Toplantıda ve gün boyu ıslak ayakkabı ile dolaşmak istememiş. Çantasında da tesadüf eseri bu çorapları bulmuş. Geçen gün, o çiçek desenlerini çok beğenip almış ve çantasında unutmuş. İyi ki unutmuşum dedi birde. Yoksa hepten çıplak ayak kalacaktım.
Samimiyetine güvenip, O'na bağıran adamın kim olduğunu sordum. Nişanlısı olduğunu söyledi. Söylerken yüzüğü ile oynuyordu. Ne kadar körüm ki o yüzüğü de o an ilk kez gördüm.
Yüzüğünü çıkardı birden. Yüzüme baktı. O güzel kahverengi gözlerine dalıp gitmek içten bile değildi benim için. 
Bu yüzüğü takmamın bir anlamı kalmadı dedi. Beni olduğum gibi kabul etmeyen, açıklamamı bile dinlemeyen biri ile nasıl yaşarım ki ben. Bugün iyi ki bu çorapları giymişim. İyi ki yağmur yağmış da, ben o yağmurda ayakkabılarımı ıslatmışım dedi sonra. Bense, kafam karışık ama mutlu olarak onu dinliyordum.
Elini uzattı, elimi tuttu sıcacık eli ile. O güzel, gülümseyen gözleriyle bakıp, teşekkür ederim, dedi. Şaşırdım bu teşekkür karşısında. Ne yaptım ki, dedim gülerek. Ve benim elimde elinde. Sıkıca tutuyorum. Bana gerçeği gösterdin dedi. Şu an bana, beni yadırgamadığını gösterdin. Hiç tanımadığın halde. Oysa nişanlımın yaptığını bak. Bu halimden daha kötü bir duruma düşürdü beni, herkesin içinde, dedi. İşte o an, yüzündeki o ışıltı biraz söndü sanki. İçimden küfürler saydırdım o an adama.
Sonra, gitmeliyim, dedi bana. Elimi bıraktı usulca. Peki dedim. Tam koridorda kaybolmuştu ki, aklıma geldi. İsmi ne idi... ah keşke sorsaydım. Ama öğrenmem zor olmaz diye düşünüyorum. Bu koca şirkette, başka ayakkabısız kadın yoktur ki zaten.
 

30 Mayıs 2013

Şubat Dizisi Final




Şubat dizisini bu konumda tanıtmaya çalışmıştım.
Konusu her ne kadar orijinal gibi görünse de, orijinal değildi.
Dizi bu akşamki bölümü ile final yapacak. Bence geç bile kaldılar. Zira, orijinal olma yolunda ilerleyebilecek güzelim senaryoyu mahvettiler.
Yapımcıların mı yoksa senaristlerin mi merakı var, şu karanlık insanlara?
Bir kötü adam oluyor ya dizide. Tam iyi olan onu altedecekken, bir bakıyorsun ki arkasında karanlık güçler var. Gölge adamlar falan.
Yani senaryo uzadıkça uzuyor. Suyu çıkıyor işin.
Şubat dizisi de aynen böyle oldu ne yazık ki. Dizinin kötü adamı sadece Samim Akça diye biliyorken, bir baktık, ardında daha kötüleri de varmış. Gölge adamlar bunlar. Yüzleri görünmüyor. Sonraları daha nice kötüler çıktı. Kimin ne olduğu belli olmamaya başladı. Dizinin başlarındaki o şifalı ilaç olayı artık bayatladı. Dünyanın, olayların akışına sahip olma derdine düştü herkes.
İyi görünen insanlar tek tek kötü çıktı desek yeridir. Mesela Şubat'ın baba yerine koyduğu adam Aziz bey. Adamı bir kötü yaptılar, bir iyi.
Şimdi de en başta pek de etkin rolü olmayan, Yağmur'un eski patronu kötü adam olarak çıkmış ortaya. Üstelik Yağmur'un ölmesine sebep oluyor. Aslında öldürüyor desek yeridir.
Diziyi izlemeyi, şu gölge adamların çıkması ile bıraktım diyebilirim. Bir de o zamanlar, Şubat gibi güçlü adamlar var Dünya'nın her yerinde demişlerdi. Bir Şubat'ı dize getirememişler falan filan işte.
Tüm bunları fragmanlarından ve diziye az biraz bakmakla anladım. Kimbilir daha ne saçmalıklar oldu dizide.
Halbuki en başlarda ne güzel ilerliyordu. Değişik bir öyküsü vardı. Ve hikaye çok iyi ilerliyordu.
Neden bozdular, suyunu çıkarttılar hiç ama hiç anlamadım.
Son olarak, final bölümünün fragmanından da şunu anladım. Şubat'ı iyice zıvanadan çıkartıp, katil yapıyorlar. Yani şimdiye kadar çıkan saçmalıkla dolu bölümlerine son noktayı çok iyi koyuyorlar. Tebrik etmek lazım.
Bir zamanlar bir Şubat vardı, geldi geçti, diyebiliriz artık. Ama keşke iyi hatırlasaydık.

29 Mayıs 2013

Akıllı İşaretler Aklı Nereden Alıyor?



Bir seneyi geçti. Hatta belki iki sene olmuştur değil mi? Şu akıllı işaretlerin Tv ile hayatımıza girdiği.
Daha ilk zamanlar dikkatimi çekmişti. Gece saatleri, atv'de bir film. Başrolde Hugh Grant. Hani filmde babası ya da büyükbabası noel şarkısını yazmış da, Hugh'da onun telif hakkından gelen parayla gününü gün ediyor. O film işte. Adını bulmaya üşendim. Aslında önemi de yok.
O film o saatte yayınlanmış ve akıllı işareti de +13 olarak verilmişti. Hafta sonu ise, öğleden sonra, anahaberden önce yine atv de, yine aynı film vardı. Ama bu sefer +13 değildi. Kaldı ki +13'lük filmin o saatte ne işi var değil mi? ( Filmi hiç bilmediğim için şaşırmıştım. Ve sırf meraktan izlemiştim. ) 
Eee... Başka söze gerek var mı? Devam edeyim mi?
Edeyim edeyim. Bunun devamı geldi çünkü.
Bir Kemal Sunal klasiği filmlerden birine yapıldı hatta. Doktor Civanım adlı filmi idi, yine geç saatte çıkacaktı ve yine +13 olarak verildi.
Biz bu filmi yıllarca ailecek izlemedik mi ? İzledik.
Ne yani, sırf geç saatte çıkıyor diye mi o işareti alıyor bu filmler. Bunu anlamıyorum işte.
Bu işler saate göre ayarlanıyorsa, o zaman çizgi film kanallarındaki çizgi dizilere de gelsin o +13 işareti. Ne farkı var Allah aşkına.
Yayın saatine göre akıllı işaret mi olurmuş. Kim karar veriyor bu işaret işlerine? Yok mu bilen biri. Bir aydınlatsın bizi de.

28 Mayıs 2013

Bu İşin Sırrını Çözdüm.



İşbu yazı U.H. yapımın gözlem ve görüşleri dikkati alınarak yazılmıştır. Hiçbir süretle delil olarak kullanılamaz. Kullanırsan da keyfin bilir. :D

Esasen bu cümle en sonda olur da, aksiyon artsın diye başa yazdım. Yoksam dilekçe yazmayı biliyoruz. Hıhh..
Neyse..
Sırrı çözülen mevzu, yorum mevzusu sevgili blogdaşlar. Bir blogdaş olarak başka neyin sırrını çözebilirim ki ben.
Şimdi herkes genel manada yorumlar mevzusunda sıkıntılı. Kimimiz yoruma cevap alamamaktan, kimimiz yorum gelmemesinden, gelse de az gelmesinden muzdarip kişileriz.
E tabi bu durumu kendine dert edinmeyenler de vardır da, onlar şöyle kenarda dursun. Lafa karışmasınlar iki dakika. (şaka şaka, yorum atın sizde)

Bu durumu kendimde blog harici çok yaşarım. Sorun esas olarak şu: hep karşıdan beklemek.
Yorum bekliyorsun ama yorum yazmıyorsun ki anacığım kimseye. Nasıl olacak o iş peki? Hep rabbana rabbana olur mu? (doğru mu yazdım ki o kelimeyi, bilemedim.) 
Azıcık da sen dolaş, iki kelam et blogdaşlarının bloglarına. Bak o zaman nasıl geliyorlar da yorum yazıyorlar sana.
Bu böyle arkadaş. Kabul etmek lazım. Yorum yazarsan, gelir sanada yorum yazarlar.
Dikkat ettiysen de şayet, yorumcuların senin yorum bıraktığın blogdaşlar. Değil mi? Ha, istisnalar olmuyor mu, oluyor tabi. Ama ben geneli söylüyorum.
Bir de şu yoruma cevap vermeme konusu var. Bu şekilde de yorumların azalıyor. Bilmiş ol yani. O yorumu orada sap gibi bırakırsan, sen de blogunla yorumsuz sap gibi kalırsın. O kadar basit yani.
Hoş, bu durumda, bazı blogdaşlar kendilerini benimsetmişler. Onu da farkettim. Onlar ayrı. Gerçi ben onlara da kıl oluyorum. Bu nasıl tarz kardeşim, Allah Allah.. Sanki gazetede köşe yazarı mübarek. Yoruma iki kelam etse, karizması gidecek sankim.
Evet.. herşey anlaşıldı herhalde. Neymiş, hep karşıdan beklemeyecekmişiz. Biraz da biz adım atacakmışız. Hani, filmlerde de olur ya, kız da sever, erkek de sever ama ikisi de susar. Birbirlerinden beklerler hep. Bizde ekran başında söylesen yaa.. diye triplere gireriz ya. İşte aynı durum. Herkes birbirinden bekliyor yorumu. Ama kimse kimseye yorum atmıyor. Herkes derdinden muzdarip oturuyor köşesinde.
Bu konuda taktir ettiğim bir iki blogdaşım da var.  Yorumcularını asla yorumsuz bırakmıyorlar. Bununda meyvesini bol yorumlu ve okunulmuş yazılarıyla fazlasıyla alıyorlar. Benim izlediğim bloglar içinde her konusunda bolca yorum gördüğüm ve her blogda yorumunu gördüğüm  blogdaşlar bunlar
Saygılar, sevgiler hepsine.
Ayrıca bir yanlış anlaşılma da olmasın. Ben genel gözlemimden bahsediyorum. Yoksa o kadar güzel yazılar okuyoruz ki, yorumsuz asla kalmıyorlar. Bunu da belirtmek isterim.
Artık anlaşılmayan bir nokta kalmamıştır herhalde. Kendimde dahil olmak üzere bu konuda yapılacak tek çözüm bu. İşin özeti de, sırrı da bu. 
Ver bana, vereyim sana değil, geleyim sana gel bana, olacak o iş. Öyle oluyor yani. Gerçek bu, bana göre.

Sevgiler, hürmetler efenim... Saygılar...
 

27 Mayıs 2013

Bu Aile Çok Sevimli.

İyi haftalar olsun Efendim...
Hani demiştim ya, bizim evin bir kedisi var diye. Yavruladığını yazmıştım, twitterda.
Anne kedi, namıdeğer bizim kedi, artık resim çekilmeye öyle alıştı ki, pozlar bile veriyor. Yavrularımız ürkek. Ama anne yanındaysa pek kaçmıyorlar. Sarışın olan yavru diğerine göre daha az kaçıyor. Zaten onun resmi daha fazla, dikkat ettiyseniz.






Annedeki şu ihtişama baksanıza.. heyyt bee. :)



Aile albümü diyebiliriz bu resim için. Üstte yemek yiyen siyah kedi, muhtemel babaları diye biliyoruz. Annemizde yanında pek rahat zaten. Yaylanıp uzanmış yerlere, baksanıza.





 Bu kedi de sokağımızın diğer anne kedisi. Yavrusu pek görünmüyor. Komşunun bahçesinde oluyor genelde. Yavrusu da kendi gibi siyahtı ama büyüdükçe rengi açılır gibi oluyor.

24 Mayıs 2013

Yalnız Uyuyamamak.



Aman fenalardayım a dostlar. Geçen gece kesinkes emin oldum. Yalnız uyuyamıyorum artık.
Şimdi burada, sevgili şeklinde algılayanlar olabilir. Onlara sadece sırıtıyorum, tüm dişlerimi göstererek hemde. 32 derdim de yalan olur şimdi. :D

Efenim, kalabalık ailelerde büyüyenler bilir. Çocuklar odalarını illa kardeş yahut kardeşlerle beraber kullanır. Oda ortaktır, eşyalar ortak olur hal böyle olunca. Giyim eşyasıdır genelde bu. Bazen yatak bile ortak olur.
E durum böyle olunca ve bu ortak durum çocukluktan günümüze kadar devam edince de, insanda ister istemez bir alışkanlık oluşuyor.
En başta sessizliğe alışamıyor insan. Tek başına koca odada olmaya alışamıyor. Ki o oda eskiden hep küçük görünmüştür.
Şimdi geçen gece yaşadıklarımı özetlemek gerekirse, resmen zor uyudum. Korktum tam anlamıyla. Manasız ve saçma bissürü şeyler geçti aklımdan. Bir ara yatağın altında yaratık olduğuna ve yatağı deli gibi salladığına öyle inandırdım ki kendimi, bir ara harbi kendimi sallanır gibi hisseder oldum. Ama tüm bunları kaskatı kesilmiş faziyette kuruyorum beynimde. Korkudan aklıma gelen her şeyi okuyorum. Ama kılım bile kıpırdamıyor.
Ardımdan örümcekler mi gelmiyor. Biri mi var diye tırsmalar mı desem. Duvardaki ya da masadaki objeleri olurolmadık şekillere bürünmüş görmek mi desem... daha neler neler. Yani gözlerimi kapasam ayrı dert, açık tutsam ayrı dert yaşadım o gece.
Sonunda yine hiç kıpraşmadan  uyumayı başardım. Kapıyı bile kapatmamıştım ama yine de tüm bunları aklımdan geçirmeme yani korkmama engel olmadı bu ayrıntı.
Yazının özeti olarak diyebilirim ki, alışmışım ben biri ile uyumaya. Odamı hep ablamlarla paylaştık biz. Hala da paylaşırız. O gün tek yatmak zorunda kalmıştım. Aslında alışmak lazım. Ve aslında tırsak biri de değilimdir. Yani her şeyden korkmam ama sanırım dediğim gibi alışmışım. 
Yoksa korkak değilim ya ben... değilim değilim.

23 Mayıs 2013

Yara İzi.


Her yaranın bir hikayesi vardır değil mi? Ve her yara iz bırakır. Yanılmayın, derin yaralardan bahsetmeyeceğim. Görünen iz bırakan yaralardan konuşmak istiyorum.
An gelir, vücudumuzun herhangi bir yerindeki o yara izi gözümüze takılıverir. Gülümsetir çoğu zaman. Çünkü o yaraların çoğu çocukluktan kalmadır. Kimbilir hangi yaramazlık esnasında işler ters gitti de, oluştu o yara.
İzini yoklar, anın gelir aklına.
Ama bazen hatırlamazsın işte. Yorarsın beynini, yoklarsın her anını ama yok, o yaranın nasıl olduğuna dair hiçbir şey yoktur hafızanda.
İşte tam da öyle bir andayım bende. 
Günlerdir sol kolumdaki yara izine bakıyorum ve hatırlamaya çalışıyorum. Oyuk gibi bir yara izi var, bileğimin hemen üstünde, üst tarafta. Böyle iz bıraktığına göre derin bir yaraydı herhalde diye düşünüyorum. Ama nasıl olduğuna dair en ufak bir fikrim yok. Hatırlasam ne iyi olur. Sanki şimdi eksik o yara. Hatırasız kalmış, geçmişi silinmiş gibi.
Sağ yüzük parmağımdaki yara izini hatırlıyorum ama. Tam olmasa da. Yani şimdiki haline bakınca, o parmak nasıl kopmamış diyorum. Tırnağın ucundan itibaren, yarım daire şeklinde bir iz. Parmağın şeklini bozmuş. 
Bu yazıyı evde yazıyor olsaydım, resmini çeker, eklerdim de, akşama eklerim artık. Parmağım görücüye çıksın.
O gün, nasıl kesildiğini hatırlamıyorum ama parmağıma pamuğu iple bağlayıp sokaklarda ablamla, annemi aradığımı iyi hatırlıyorum. Yara bandı da bulamadık herhalde. Pamuğu iple bağlamışız. Düşmüşüz yollara. Sonrası yine yok.
Başka öyle yara izimde yok. Galiba çok da yaramaz bir çocuk değilmişim.
Son bir iz gördüm şimdi. Sağ el avucumda. O zamanlar ortaokula gidiyordum ama. Sobanın maşası elimde. Tam olarak niye elimde olduğunu anımsamıyorum ama maşayı tutarken, kıstırıyorum bir şekilde etimi. Artık nasıl kıstırmışsa mübarek maşa, izini bırakmış avucumda. Dokununca hissediyorsun o izi.
Keşke hep böyle yara izlerimiz olsa. Anısı hatırlamaya değer. Hatırladıkça acıtmayan izler olsa keşke sadece hayatımızda...

21 Mayıs 2013

U.H. Yapım Gururla Sunar: Ayışığının Hayal Dünyası.


Bugün 21 Mayıs. Yani bu blogun doğum tarihi.

Aslında bu konudaki gibi bir secere çıkaracaktım ama ruh halim buna mani oluyor. Keyfim yok. Zaten günlerdir yeni üst tanıtım resmiyle uğraşıyorum. Dellendirdi beni resmen.

Nasıl olmuş ama? Çok cici değil mi? Burada, hangi hayvandı o ya.. yavrusunu şahin sanan, ona benzetebilirsiniz beni. Ve... bu resmin nesi ile uğraştın delirecek kadar diye soruyorsan, ince işler yüzünden. Sanane.. Allah Allah... :D

Resimde, öyle yukarıdan yukarıdan bakan turuncu kafalı, sevimli kızımız, Safinaz değil Ayşe. Benim Ayşem o. Bakınız burada söylemişim.

U.H. olarak markalaşmayı düşünüyorum efenim. Başka bildiğiniz U.H. var ise, söyleyin de bir zahmet isim değişikliğine gidiversinler. Beni kızdırmasınlar. Biliyorsunuz kızınca fena kızıyorum hee.. ( heytt.. yemişim seni.. diyenlere selamlar..)

İşte böyle blogdaşlar. Yaşlanıyoruz. Günler, saatler çabuk geçmiyor derken, yıllar ardımızda sıraya girmiş oluyorlar.

Yeni temamla, yeni yaşıma, bu yeni yazımla girmiş bulunuyorum. Herkesciklere, ama öncelikle bana, hayırlı ve uğurlu olsun. Önce ben hayrını göreyim, sonra siz. Anlaştık mı? Neden mi? Veren mutlu olsun ki, alanın boğazında kalmasın. Ondan.

20 Mayıs 2013

Fatmagül'ün Suçu Ne ?



Boynu bükük bakar dururdu, tel örgünün ardından. 
Kime ne zararı vardı güzelim Fatmagül'ün...
Bu resimdeki güzel artık yok. Resmi çekildikten dakikalar sonra hakkın rahmetine kavuştu, ne yazık ki.
Kim ne istiyor bilmiyorum. Bahçenin kenarında öylece duruyorlar. Yanında bir tane daha vardı, onu da günler önce koparıp attılar. Bu da, dediğim gibi, bu fatmagülün son görüntüsü.
Ne diyelim.. Bir rahat bırakın ya, şu fatmagülleri.. 
Suçu ne Fatmagüllerin.. .

Çantamı Taktım Koluma...


Çıktım asfalt yoluna. Ben bir subay beklerken. Çöpçü de girdi koluma...

Bu dizeleri hatırlayanlara ya da bilenlere selamlar öncelikle. Yanlış hatırımda kalmamışsa böyle idi.

Konu çanta. Çantalar. Kadınların vazgeçilmez aksesuarı denilen şey.
Açıkcası çanta sever biriyim. Ama şimdilerde zevkim değişti çanta konusunda.

Eskiden büyük ve çok gözlü çantalar ilgimi çekerdi. Böyle her şeyimi içine koyayım falan diye düşünürdüm. Çanta da haliyle ağır olurdu. Uzun yollarda boynuma ağrı girerdi.

Şimdilerde ise çantalarda miniklik hoşuma gidiyor. Mesela şu an kulladığım çanta. Küçük, tek gözlü bir minik çanta. İçinde bir kimliğim var, para harici. Bir de telefon. Başka bir şey yok. Zaten insanın yanında olması lazım tek şey, kimlik canım. Gerisi boşa yük.

Aslında evde, ev yapımı çok çeşitli çantalar mevcut. Kotlardan yapılmış.

 Mesela geçen senelerde, yandaki bu el yapımı çantamla otobüste giderken, kadının biri çantanızı inceleyebilir miyim demişti. Ama cidden incelenesi bir çantadır. Değişik bir yapımı ve dizaynı var çantanın. Değil mi?
Bakın. Gözleri bissürü ve büyükler. Cep telefon gözü bile var.


Kullanışlı. Ama dediğim gibi, büyük çantalar artık çekici gelmiyor bana.

Yakın zamanda bir küçük çanta daha almayı düşünüyorum. Askısı zincirli olacak. Onlara değişik bir ilgim var. Bence hem spor hem klasik giyime uyum sağlıyorlar. Sanırım bu sebeple seviyorum onları. Hatta alıp zincirini her ihtimale karşı oje ile bir güzel kaplayacağım. Ki su görünce paslanmasın.

Aslında zırt pırt, her kıyafetle çanta değiştirmeyi de sevmiyorum ben. Çanta dediğin her kıyafete uyum sağlamalı. Öyle değil mi?


Bunlarda diğer el yapımı kot çantalarımız

17 Mayıs 2013

Dizi Tanıtım Programları.




Diziler tv kanallarının vazgeçilmezi. Can damarı. Yaşam kaynakları adeta. Ki bu sebeplerle yılda yüzlerce diyecek kadar diziler çekiliyor. Kimi gümbürtüye gidiyor. Kimi alıp başını gidiyor. Yani reytinglerde.
Hal böyle olunca da, dizileri için ayrı bir tanıtım yapmaya karar vermiş kanallar. Şimdilik gördüğüm 3 kanal var.
Dizilerin tanıtım fragmanları yetmiyor. Kendi saatlerindeki o ortalama bir saat süren özetleri yetmiyor. Bir de üstüne ayrıca tanıtım programı hazırlamışlar.
İlla gözünüze takılmıştır.
Trt1'dekinin adı İyi Şeyler, Star tv'dekininki En Güzel Bölüm. Atv ise yeni program yapmamış ama eski dizi programı olan Dizitv'yi bu formata sokmuş. Dizitv programı eskiden haftasonu çıkardı. Sadece kendi dizilerinden bilinmedik(!) ayrıntılar verirdi.
Şimdi bu üç programda ne mi oluyor?
Hemen söyleyeyim.
O akşam çıkacak olan dizilerin, önce, geçen bölümün özetini gösteriyorlar. Ama hak yemiyelim, harbi özet geçiyorlar. Keşke dizinin normal saatindeki özeti de öyle olsa. Neyse.. Sonra akşama çıkacak yeni bölümün fragmanı yayınlanıyor yine. Kalan zamanlarda da bir önceki akşamın dizisini gösteriyor.
Yani özetle, çok muhim bir iş yapıyorlar de mi?
Bu programlar ortalama bir onbeş dakika falan sürüyor. Fazla değil. Ama insana, ne gerek var ki kardeşim, dedirtiyor. Aynı şeyleri ben akşama da izleyeceğim. Gün içinde de fragmanları veriyorsun zaten. Özeti desen, keşke programdaki gibi harbi özet geçsen bir de, süper olur ama yapmıyorsunuz işte.
Resmen, ne pilavıydı o ya, onun gibi on kere aynı şeyi çıkarıyorsunuz karşımıza.
Nerede gördüm de okudum, hatırlamıyorum. Dizilerin yerini yakında yarışmalar alacak gibi bir şey deniyordu.
Ben hiç sanmıyorum. Hem de hiç. Sizce böyle bir şey mümkün mü? Her akşam bir dizisi olmayan kanal yokken, bunu beklemek manasız. Yarışmalar yazlık dönemlerin kurtarıcısı sadece bana göre. O kadar.
Değil mi ama... sen ne diyorsun bu işe ?

16 Mayıs 2013

Bugün Zaman Çabuk Geçmiyor...

Bir çocuk var parkta. Turuncu çantası var. Bir başına oyun grubunda kendi kendine oynuyor. Çantasına yöneldi, bir şey aldı içinden.
Az ileri de bir amca. Biliyorum, ayağından sakat ama hiç korkmadan yükseğe çıkıp, ağaca bir şeyler yapıyor. Budamak desem, bildiğim şimdi olmuyor. Anlamadım ne yapıyor.
Amcanın bir ev sonrası. Bir kadın camdan örtüleri silkeliyor. Kendimi ona odaklıyorum ve çamaşırların çırpılırken çıkardığı o sesi duyuyorum. Nedensiz hoşuma gidiyor. O sesin çırpılırken çıkması beni keyiflendirir.
Onun hemen üst katı. Ordaki kadında bir şey silkelemek istiyor. Sanırım bakmadan çıkıyor. Tam silkeleyemeden içeri gidiyor.
Ve ben bunları yazarken, parktaki turuncu çantalı çocuk gitmiş oluyor. Diye yazarken, görüyorum çocuğu. Banka oturmuş bu sefer, cips yiyor.
Kadının temizlik işi bitmiş ama.
Amcam hala ağaçlarla uğraşıyor.
Bugün zaman hızlı geçmiyor, nedense...

15 Mayıs 2013

Net Var. Netlik Yok.

Geçen yıla oranla yüzde elli sekiz artış varmış. Ne de mi? İnternet denilince akla gelmemesi gereken siber saldırılarda. Adam hackerlik bir meslek mi oldu, nedir diye ekledi hatta.
Teknoloji ilerliyor iyi yönde ama kötü yöndeki artışı da görmemek olmuyor.
İnsan neredeyse aşkı bile internetten yaşıyor. Hayatı onunla birleşmiş artık.
Gözlemlerime göre, nette de en çok aşk, sevgi üzerine yazılmış yazılar ilgi çekiyor. Sonra internetle alakalı bilgiler geliyor. Yani insan internetini geliştirmek için yine internete başvuruyor. Deneme yanılma yolu da diyebiliriz. Zira, bu gibi cahil diyebileceğimiz bazı kişileri, maalesef bazı kurnaz geçinen kişiler kandırabiliyor. En bilindiği, sana güzel bir virüs postalıyor. Elindeki bilgisayardan bile oluyorsun.
Hesabını çalıyor, milleti dolandırıyor. Yani dijital hırsız oluyor insan.
Şimdi lafı nereye bağlayacağım, bilmiyorum. Sosyal medya çıkmış, millet acısını, sevincini, isyanını, onunu bununu orda paylaşır olmuş. Sende kalkıp aklından geçeni, ama alakasız bir şeyi, çıkıp yazmaya çekinir olmuşsun. Yazsan, duyarsız olacaksın. Yazmasan en iyisi. Ama sen özgür değil misin? Yoo.. nette bile sana karışıyorlar oğlum...
Neyse... İnsan yapabileceklerini yazmalı diyorum. Ciddi konularda yazarken hayaller işe karışmamalı. Yani ne biliyim, insan öyle büyük atmamalı yani. Büyüklük laflarında değil, kişiliğinde olsun. Elbet anlaşılır, nette bile olsa. Anlaşılmasa da, üzülme be, ot değilsin ya, vardır seninde netten gayri bir hayatın. Hem net bu, bugün varsın, yarın yok. Yaaa..

14 Mayıs 2013

Dalları Bastı Kiraz.


İlk evvela söyleyeyim ki, içiniz rahat etsin. Merak etmeyin, tam yemelik kiraz resmi bulunmayacak konuda. İç rahatlığı ile okuyabilirsiniz.
Kirazlar tezgahlardaki yerlerini aldılar. E haliyle ağaçlardaki yerlerini de. Bildiğiniz üzre de bizim bahçede de 4 tane kiraz ağacı var. Bakınız bu konuda, o güzel çiçekli hallerini çekip paylaşmıştım.
Kirazlar dalları bastı dedim ama aslında tam basmış değiller henüz. Sadece bir ağaçta yenecek kadar oldular şimdilik. Diğer üçünde henüz bir gelişme yok. Ama dikkat ettik de geçen seneden az bu sene kirazlar. Neden bilmiyoruz.
E şimdi bir mahallede, bir ağaçta meyve tam olanakadar durur mu? Durmaz değil mi? Hepimiz biliyoruz. Mahallenin uşakları her fırsatta dalarlar o ağaçlara. Olmadan yeyip bitirirler. Ki erik ağaçları en bilindik olanlarıdır. Bizim minik erikde çocuklardan nasibini aldı. İki arada derede, üç beş tane verdiği eriği talan etmişler. Şimdi ağaçta tek meyve yok maalesef. Babam da yine yiyemedik eriğinden deyip duruyor.
Kirazlarda da aynı sorun var. Şimdilerde kirazı yenecek gibi olan ağaç, garajın dibinde. Çocuklarda garajın tepesine çıkıp, yiyorlar.
Annem de artık nöbet tutar oldu. Hem çocukların düşmesinden endişe ediyor. Hem de olmadan yemelerine kızıyor.
Ben bir şey demiyorum görünce de, artık demeye karar verdim. Çocuklar, ki hepsi yan evin çocukları. Üstelik sokakta onlardan başka çocukta yok ama bin eve değerler hepsi.
Ya cumartesi günü idi ya da pazar. Yeğenimi dışarı çıkardım da, gezdireceğim bahçede. Baktım yine garajın tepesindeler. Görmemiş gibi geri gittim, sonra yeğenim o tarafa gitmek için ısrar etti. Göreceğim varmış işte. İniyorlardı çocuklar. Baktım da görmez olaydım Allahım, elinde poşetle inmiş aşağı çocuk. Sanki babasının bahçesinden topladı. Ve gitti götürdü evine. Çekinmeden ve hiç utanmadan. Hoş, utanmasını niye bekliyorsam. Anneleri ya da başka bir büyüğünün yanında bile dalıyorlar ağaca. Anneme de, aman komşu bizi dinlemiyorlar, sen bağır da çıkmasınlar diyorlar. Acaba bir kere bile aman çocuğum yapma dedin mi? Merak ediyorum. Deseydin şayet o çocuk elinde kiraz dolu o poşetle eve rahatça giremezdi. Üstüne üstlük aralarında da, satsan var ya yirmibeş liraya satarsın kilosunu diye muhabbet hiç geçmezdi.
Tamam çocuktur, çıkar alır yer. Amenna. Ama henüz daha çoğu olmamış ağaçtan, habersizce  poşetle toplamak ne oluyor yani. Sonra uyuşuk aman çok öfkeli, çok gıcık falan filan deniyor. İnsanı zivanadan çıkarıyorlar napıyım yani. İçimden kaç kere anaları ile kavgalar ettim. Ne laflar ettim, bir bilseniz. Hayır yani çocuklarda tok evin aç kedileri. Alamıyorlardır falan diye bir konu da mevzubahis değil.
Bu konuyu anneme söylemedim. Söylesem de değişen bir şey olmayacak çünkü. Yine arsızca dalacaklar ağaca. Olay bu yani.
Dalları bastı çocuklar. Geliyorlar bana bazı bazı...

10 Mayıs 2013

Anılarda Kalan İnsan: Ananem.

Bu yazımda anneler gününe özel, annemi anlatmıştım. Bugün de ananemi anlatmak geldi içimden. Kendisi vefat etti, birkaç sene evvel. Açıkcası itiraf etmeliyim ki, bazen ölmemiş de, Kandıra'daki evindeymiş hala gibime gelir. 
Aslında aramızda çok iyi bir ilişki olduğu da söylenemez. Yani boynuna sarılıp öpmeler, canım ananem demeler falan yoktu. Gerçi bizde kimseye öyle sevgi gösterileri yoktur. O sebeple onunla da olmamıştı.

Çiçek delisi bir insandı. Sokağa çıktığında, nerede bir çiçek görse, saatlerce başında durur, seyrederdi. Bakardı, incelerdi çiçeği. Konuşurdu bile. Evi kocaman bir bahçeye sahip idi. O bahçeyi çiçeklerle donatmıştı. Renk renk güller. Çeşit çeşit çiçekler. Ölene kadar hep onlarla ilgilendi.

Dut çok severdi. Ama kendi bahçesine sırf pisliği çok oluyor diye ektirmemiş zamanında.

Çalışkandı. Dahası korkusuzdu benim ananem.
Bir keresinde kocaman bir fareyi öldürürken, ısırılmış. Ama yine de korkmazdı. Çünkü bir keresinde de, bizim eski evde, tuvalette yine onun karşısına kocaman bir lağım faresi çıktı. Ve yine öldürmüştü fareyi. Sıfır hasarla. Hiç korkup, tiksinmeden. Bir gün de yılan öldürmüş hemde kocaman. Öldürüp dereye atmış.

Titiz bir kadındı. Kendine bakmayı severdi. Köylük yerlerde yaşamıştı çoğunlukla ama kıyafetleri hep mumtazamdı. Dikkat ederdi hep. Uyumlu giyinmek isterdi. Bir gün başına örttüğü yeni başörtüsünün yüzünü soluk gösterdiği söylemiş ve sanırım takmaktan vazgeçmişti. Bahçelerde çalışırken el parmaklarından birine bir şey olmuş, yamuk kalmış. Otururken, konuşurken eliyle o parmağını düzeltmeye çalışırdı bazı zamanlarda ve anlatırdı nasıl olduğunu.

Bize geldiğinde en çok her şeye karışmasına kızardık açıkcası. Mesela gırgır yaparken dizleri yere koymayın derdi. Gırgırla birlikte eteklerinizde temizliyor yeri diye. Şimdi ne zaman gırgır yapmam, o sözü gelir aklıma. Eğer yine dizlerim yerde ise, toplarım kendimi.

Soğanı ne çok sevdiğinden bahsedirdi. Küçükken kilerlerine gidip, gizlice soğan yermiş. Ama zarınında zararlı olduğunu söylerdi. Buna dair bir hikayesi vardı, onu anlatırdı hep.
Ananemin bazı lafları da çok meşhurdur.
Mesela o biriyle konuşurken araya girip ne konuştuklarını soranlara, ya da bir kaç kere dediğini anlamayan birine, sana varıncaya kadar bacağı kırıldı, derdi.

Başka sözleri de vardı ama şimdi aklıma gelmiyor. Gelince yazarım.

Mekanın cennet olsun İnşaallah.

8 Mayıs 2013

Acı İnsana Neler Yaptırır ?


Sevincinden çılgına dönen, deliren ve olmadık şeyler yapan insanlar var. ama kimse sevincinden sebep birini öldürmüyor. Başka bir insan olmuyor.
Halbuki acı öyle mi? Acı insanı kökten değiştirecek bir etki bile yapabiliyor. Sadece erkek değil, kadınları da değiştiriyor acı.
En çok değiştiren acı da evlat acısı. Kaybetmenin acısıyla akıl kaybedip delirmeyi kastetmiyorum. Daha çok, katil olmaktan, gaddaşlaşmaktan bashediyorum. Normalde bir karıncayı inciltmemiş insan, yaşadığı acı ile soğukkanlı bir katile dönebiliyor.
Düşünüyorum da, acaba hep mi insanın içinde oluyor böyle gaddaşlaşmak. O acı da vesile oluyor, çıkıyor dışarı. Yoksa anlamak kolay değil bana göre.
Tüm bunları şu intikam filmlerini izlerken düşünüyorum. Kimsenin tuhafına gitmiyor bu değişim. Tuhaf.
Gerçek hayatta böylesi değişen birini hiç görmedim. Sen gördün mü? Öyle ya, filmler gerçek hayattan esinlenir ya. O bakımdan.

6 Mayıs 2013

Hangisi Sağır... Hangisi Kör...

Kadın...

Kapadı gözlerini. Ve o an, herşeyi unutmak istedi. Gözlerini açacak ve her şey ilk günkü gibi olacaktı.
Yaşlar boşaldı gözlerinden birden. Çocukça kurduğu hayali karalarcasına. Yıkarcasına..
Kapalıydı hala gözleri. Ama bir şeyler değişecek diye beklediğinden değil, açmaya korktuğundan. Gözlerini açınca yine o öfke dolu gözleri görmek istemiyordu. Daha sıkı kapattı gözlerini. Acıtırcasına. Kapkara oluncaya kadar herşey.
Açtı sonra gözlerini. Usulca, yavaş yavaş. Sanki ilk kez görür gibi. Ama karşısındaki manzara ilk gördüğü manzara değildi.
Gülüyordu ama korkutuyordu bakışları. Aşağılama vardı karşısında durup ona bakan gözlerde. Kıpraşan dudaklarına bakıp anlamaya çalıştı ne dediğini... oysa duysa ne olurdu ki. Kaldırdı elini ve kafasına hızlıca vurdu. O şiddetle kafası duvara da vurdu kadının.

Erkek...

Sağır bir kadının kendince söylediği hayallerini komik bulmuştu. Köşeye çömelmiş ve gözleri kapalı mırıldandığı sözleri neşesine neşe katmıştı.
Gözlerini açınca her şey ilk günkü gibi olacakmış... ha haa.. bu kelimeleri söyleyerek, alay ede ede uzaklaştı evden.

3 Mayıs 2013

Hamile Kıyafeti mi O ?


Hayatımın en güzel günlerinden birini adeta kabusa çeviren bir cümle bu.

Hamile kıyafeti mi o ?

5.sınıftan alnımın akıyla, sınıf birincisi olarak mezun olmuşum. Mezuniyet töreni tertip edilmiş. Ailecek, cici cici kız olacağım düşüncesi ile o elbiseyi giymişim. Ki elbise bana büyük. Bol, önden kapaklı bir elbise.

Okula gittiğim andan itibaren konuşulmaya başlandığını tahmin ediyorum. Millet bana bakıp gülüyor ama ben çakmıyorum. Sonra arkadaşım dayanamadı da, söyledi bana. Neymiş ben hamile kadını mı oynayacakmışım.. Allah Allah.. 

Öğrenciler yetmiyormuş gibi, gıcık bir öğretmenin teki de gelip sormaz mı aynı soruyu. Hem de gülerek. Ben de gayet ciddi olarak Hayır.. demiştim.

Oysa o gün benim mezuniyet günümdü. İlk kez sahneye çıktığım gündü. Çok özel bir günümdü. Zira başka mezuniyet günüm hiç olmadı ki benim. O sahneye bir daha hiç çıkmadım ben.

Ama işte, bazı densizler yüzünden, o özel günümü, o komik yakıştırma ile hatırlıyorum. Halbuki tören sonrası eve gitmiş, hemen üstümü değiştirmiş. Yine gayet şık ve cici olmuştum. Niye o kıyafetimle gitmediysem. Başıma gelecek varmış işte.

Şimdi o dönemden biri de gelir okurmuş bu yazıyı. Aaa.. o kız sen miydin der. Bana da burada kal gelir. :D

2 Mayıs 2013

Affetmek Büyüklük mü?


Ağlamaktan konuşamıyordu kadın. Adam çaresizce teselli etmek istese de, yapamıyordu. Onu böyle hiç görmemişti. Kadın da istemiyordu zaten teselli. Uzak dur, diyordu arada. Uzak dur...

Öylece bakakalmışken kadına, sevdiğine, kadın kaldırdı başını. Ve o iki kelime döküldü ağzından birdenbire.
Aldattım seni...

Sustu sonra. Adam, duyduğu kelimelere anlam kazandırmaya çalışıyordu. Sustu bir süre. Tam konuşacakken, kadın tekrar delicesine ağlamaya başladı. Yüzüne bakmadan konuşurdu bu sefer. Ağlayarak. Aldattım seni tamam mı, aldattım. Bir başkası ile aldattım seni. İsteyerek, bilerek hemde. Kadın konuşmuyor adeta bağırıyordu bunları söylerken. 

Adam, kadının çıldırdığını sandı bir an. Kafası öyle karışıktı ki. Sevdiği kadını o halde görmek ... dahası dedikleri.. anlamsızdı hala. Bir kabus görür gibiydi.
 Ama kadının ayağa kalkıp, onu iki eliyle kollarından sıkıca tutması, bir gerçekti. Göz göze gelmişlerdi şimdi. Kadın ağlamaktan şişmiş gözleriyle adama bakıyordu. Adam o gözlerde öfke gördü. 
Kadın, beni affetme dedi. Affetme. Sanma ki, senin için ağlıyorum. Senin için kahroluyorum. Kendime acıyorum ben. Kendime...
deyip, bıraktı adamı. Yine çöktü koltuğa. Tekrardan ağlamaya başladı.

Kadın onu aldatmıştı. Aldatılmıştı adam. Ama bu manzara neydi böyle? Bir küçük öfke bile yoktu içinde adamın şu an. Artık durumu idrak etmişti ama sevdiği kadının bu haline anlam yükleyemiyordu.

Sevdiği kadın. Ve onunda sevdiğini sandığı. Evet sevdiğini sanmıştı. Çünkü sevseydi aldatmamış olurdu. Ya söylediği sözler. Belli ki onunda kafası karışıktı.

Ağlamasına şimdiye kadar dayanamadığı kadının, şimdi şimdi ağlamasının manasızlaştığını hissetti. Ama hala öfke yoktu.

Adam sessizce düşünürken, kadın kalktı. Ağlamasının hiddeti azalmıştı ama hala devam ediyordu. Gidiyorum dedi, adama. Kapıya doğru giderken, adama baktı. Adam da ona bakıyordu. Sakın affetme beni, dedi yine kadın. Ben kendimi hiç affetmeyeceğim.

Soru - Cevap Güzelliği

Ben mimleri sadece cevaplıyorum. Sırf bu yüzden mimseverler tarafından bir gün darp edilme korkusu yaşıyorum. Tenhada bir gün kıstıracaklar da acımayacaklar hiç.
Bir soru- cevap güzelliği daha yaşamak ve yaşatmak için, sorulara geçelim. Değişik sorular. İlk aklıma gelenleri yazacağım. Ve tabi mimi yollayan sevgili blogdaş Pe Hito'ya teşekkürler.

1. Eğer düğünün olsaydı, nasıl olacak olurdu?
Olsa mı? Ne yani olmayacak mı benim düğünüm. Ne oldu ki... Bir şey mi biliyorsunuz da bana söylemiyorsunuz.. Heee... Diyerekten, laf çarpıtarak lafa giriş yapayım. Olsaydı, ne demek ya. İnsanı kalpten götürür bu soru.
Şimdi, direk mana edildiği gibi cevaplarsam eğer, düğünümün dışarıda bir mekanda olmasını tercih ederdim. Kır düğünü babında. Ferah ferah.. mis gibi. 
 
2. Yolda giderken sevdiğin idole rastlasaydın ne olurdu?
İdol... İyi de benim bir idolüm yok ki. Arada söylerim, bende bağlanma sorunu var herhal. Kimseyi öyle hayatımın merkezine hiç almadım. Kimseyi enine boyuna tanımak için uğraşmadım. Bende tutku noksanlığı var herhalde. Hiçbirşeye ya da kimseye deli gibi hisler hissetmedim şimdiye kadar. Ki bu zaman 29 yıldır. Az buz değil yani. Varın siz hesap edin gerisini işte.

3. Bir dizi karakteri olsan hangisi olmak isterdin?
Şimdi... karakter olarak bakmıyorum aslında ben dizilere. Akışına, öyküsüne bakıyorum. Böyle fazla abartılmayan, eğrisi ve doğrusuyla yaşayan insanları seviyorum ben. Dizilerdeki o doğrucu Davut tipli karakterlere hep uyuz olmuşumdur bu sebeple. Mesela dün akşam Jaugar adlı bir yabancı film vardı tvde. Oradaki adam, özünde iyi biri idi ama yanlışları da olan biriydi. Galiba ben, yanlış insanmış gibi görünen, görünmeye çalışan ama özünde iyi olan insanları seviyorum. Daha bir çekici geliyorlar bana. Nedense.. Ama kim o karakter denesiz, aklıma gelmiyor.

4. Hayatın bir senaryo olsaydı ve senaristi sen olsaydın nasıl bir senaryo yazardın?
Ben yazıyorum zaten senaryomu. Ama okuyan yok.
Boşverin benim senaryomu. İçiniz kararır.

5. Hep yaşamayı merak ettiğin, bir gün bu duyguyu tatmalıyım dediğin bir olay var mı?
Şimdi çok klasik gelebilir de, ben aşk nasıl bir şey, onu tatmak istiyorum.

6. Eğer olanaklarını göz önünde bulundurmadan, hiçbir şeyi düşünmeden istediğin mesleği seçecek olsaydın bu ne olurdu?
Grafik tasarımcı olurdum.

7. Farklı bir nedende dünyaya gelecek olsaydın, kimin görünüşünde olmak isterdin?
Görüşler hep muhim değil. Yaşamak önemli.

8. Hayallerine konuk ettiğin prens/prenses nasıl birisi?
Beni çok seviyor... muş... muş da muş.

9. Giyim tarzın?
Belli değil. Bazen klasik dersin, bazen spor. Bende bilmiyorum ki. Giyiyorum işte ne bulursam.

10. Seni en etkileyen dizi veya film sahnesi?
Çok var ki... Hangisini desem, o darılır. En iyisi susayım. Ve yırtmış olayım.