24 Nisan 2012

Çocukluğum, Babam, Yaramazlıklarım.

Bir yaz gecesi.
Belki yıldızlarda vardı ama benim hatırımda sadece o var. Kocaman, ışıl ışıl. Sanki gökyüzünde bir fener. Dünyayı aydınlatıyor. Öylesi bir hayranlık ki, hiç unutmadım o geceyi. O kocaman, pasparlak dolunayı. Belki de bu sebeple seviyorum dolunayı. Onun o güzel ihtişamını.



Şuan oturduğumuz evin önünden bir ağaç görünüyor. Bir erik ağacı. Ama sanmayın o erik ağacı, öyle basit ve sıradan bir ağaç. O benim ağacımdı küçükken. Yani yanlış hatırlamıyorsam eğer, benim olan ağaç o idi. Bir o kalmış. Büyümüş, ben gibi. O bahçede daha başka çeşitlerde başka erik ağaçlarıda vardı. Ama onlar artık yok. Üzerlerine ev dikilmiş.
En büyük erik ağacı, büyük ablamındı. Ona tek kişilik salıncak yapar sallanırdık. Bir keresinde, deli gibi, kendi etrafımda dönmüştüm ağaçtaki salıncakta. Bitişe doğru dönme hızı yavaşladı. Hiçç müdahale etmedim, öylece döndüm durdum. Sonuç, midem bulandı. Sonrasında ve şimdi, salıncakta, az hızda fazlaca kalsam, yine midem bulanır.
Babam pay etmişti bize o ağaçları. Kendi dikmişti çoğunu zaten. Hepsi farklı idi neredeyse. Kimi normal erik, kimi orak eriği, kimi de bir çeşit erikti işte. Ayvada vardı o bahçede, üzümde. Ama bize erikleri vermişti babam. Çünkü onların çeşidi bol idi.

Kış akşamları, sobanın etrafında toplanır, otururduk. Babam, artık kaç kilo aldığını o zamanlar hiç bilmediğim mandalin yahut portakalları dağıtırdı bize. Bir bana, bir ona, bir kendine, bir anneme. Tam 7 kişiydik. Öyle 3, 5 düşmezdi payımıza. Ondan dedim ya kaç kilo alınırdı o mandalinalar hiç bilmezdim. Herkes yesin, bitirsin diye, ben yavaş yerdim. Çok sık, ardı ardına yemezdim. Ama biten, anneminkileri alırdı çoğunlukla. Annemde kendikilerini pay ederdi adeta. Babamınkiler ne olurdu bilmiyorum. Ama oda bize verirdi bazen.

O erik ağaçlarının ötesi, koca bir bahçe idi. Mülkü bizim değildi ama bahçemize bitişikti. Arada, sonradan açılan o yol olmadan evvel bir çit bile yoktu. Bizde o bahçeye boyumuzu aşan mısırlar ekerdik. Mısırların o güzel püskülleri, saç olur, ahenkle sallanırdı. Toplanan mısırlar, bir koca kazanda kaynatılır, yahut ateşte pişirilir, mahallece yenirdi.
O yol girince araya, o boş araziye ekmedik bir daha. Şimdilerde hala durur. Ekiminden vazgeçince, orası bizim oyun yerimiz oldu. Birgün otların arasında bir şey gözümüze takıldı. Yuvarlak, yeşil bir şeydi. Annem o karpuz demişti. Öyle çıkmıştı, birkaç tane. Ve biz ne yaptık? O küçücük karpuzları koparıp koparıp, içlerini açtık. Velhasıl o karpuzlar hiç büyümedi. Ne yaramazlık değil mi?

Geçenlerde bir kelebek gördüm. Evet evet, sadece bir tane. Biz küçükken, söylemesi ayıp olmasın ama o küçük, narin varlıkları yakalardık. Kibrik kutusuna koyardık. Sonra, hala uçabilenleri, geri salardık. O kanatlarındaki tozlar bulaşırdı elimize. İşte o zaman uçmaları zorlaşırdı. Maksadımız öldürmek değildi onları. Ama niye yakalayıp, salardık bilmiyorum inanın. Belki merak, incelerdik çünkü. Evet, yaptığım en kötü yaramazlık buydu galiba.
Belkide biz azalttık sayılarını. O zamanlar öyle çoktular ki, şimdi sadece bir tane gördüğümü hatırlıyorum bahçede.

Dün 23 Nisan'dı malumunuz. Yeğenim bizdeydi. Evinde olsaydı, stadyumdaki gösterilere götürecekti babası. Ama o bizi -teyzelerini- ve küçük kuzenini seçti.

2 yorum:

  1. biz de o minik canlılarla oynardık.. meğer bizim oyun sandığımız onlara zulummuş..
    ama çocuktuk.. affetsinler biziiii:)

    YanıtlaSil
    Yanıtlar
    1. İnşaallah etmişlerdir. :)
      Dün bir tane daha gördüm onlardan. Sevindim.

      Sil